Silahlı şiddet eylemlerinin nadiren görüldüğü Japonya, önemli bir siyasetçinin suikast sonucu öldürülmesi ile sarsıldı. Japon parlamentosunun üst kanadı olan Danışmanlar Meclisi için yapılacak seçimin arifesinde yaşanan olayda, Japon tarihinde en uzun süre Başbakanlık yapan Shinzo Abe hayatını kaybetti. Liberal Demokrat Partinin (LDP) ve Japon siyasetinin en önde gelen isimlerinden olan Abe, ülkesinde ve uluslararası siyasette iz bırakan bir liderdi. Abe gibi önemli bir kişinin öldürülmesi, Japon siyasetinde ciddi değişikliklerin önünü açabilir.

Abe suikastının gölgesinde yapılan seçimlerde LDP önemli bir başarı elde etti. 248 üyeli üst kanadın yarısını belirlemek için yapılan seçimde iktidardaki LDP ve koalisyon ortağı Komeito, 70 sandalye kazandı ve çoğunluğunu korudu. Japon anayasasının değiştirilmesini savunan siyasî gruplar ise anayasayı değiştirmek için gerekli 2/3 çoğunluğa ilk kez bu seçimle erişmiş oldu. Abe’nin, işgal döneminin mirası olan anayasanın değiştirilmesi fikrinin en ateşli savunucularından biri olması bu seçim sonucunu daha anlamlı kılıyor. Hatırlatmak gerekir ki Abe’yi uluslararası siyasette en çok gündeme getiren hususlardan birisi, anayasanın 9. Maddesinin değiştirilmesine dair kararlı tavrı idi.

Japonya, İkinci Dünya Savaşı’nın öncesinde militarist politikalar izlemiş ve bölgesinde hâlâ lanetle anılan yayılmacı faaliyetler yürütmüştü. Japonya’nın savaş esnasındaki saldırganlığı ve Müttefiklerin “teslim olun” çağrılarına ısrarla kulak tıkaması, Ağustos 1945’te Japonya’ya atılan atom bombalarının en büyük gerekçesini oluşturdu. Japon İmparatoru Hirohito, ancak atom bombalarıyla yüzbinlerce kişinin ölmesinin ardından ABD öncülüğündeki Müttefiklere kayıtsız ve şartsız teslim olmayı kabul etti. 2 Eylül 1945’te Japonya’nın teslimiyet belgesini imzalamasıyla Japonya’nın işgal süreci resmen başladı. Bu tarih, Japonya için militarizmin sona ermesinin ve pasifist (barışçıl) politika dönemine geçişin miadı oldu.

Japonya’nın geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde militarizmden uzaklaştırılması, ABD’li General MacArthur komutasındaki işgal kuvvetlerinin en öncelikli hedeflerinden biriydi. MacArthur’un en kayda değer icraatlarından biri ise 1947’de yürürlüğe giren yeni Japon anayasasının hazırlanmasıydı. Anayasanın 9. Maddesi, Japonya’yı ordusuz bir ülke haline getirilmesi amacı açıkça ortaya koyuyordu: “… Japon halkı, ulusun egemen bir hakkı olarak savaştan ve uluslararası anlaşmazlıkları çözmek için güç kullanma tehdidinden veya kullanımından daimî şekilde feragat etmektedir. Bu itibarla, hiçbir kara, deniz ve hava kuvveti veya her hangi diğer bir silahlı güç muhafaza edilemez. Devlete savaşma hakkı tanınmaz.”

Japon halkı, militarizmin ülkeye yıkım getirdiği kanaatiyle silahtan ve ordudan arındırılmayı haklı/uygun görenler ile bunun egemenlik haklarının ihlali olduğunu düşünenler arasında ikiye bölünmüştü. Ancak, ABD’nin Kore Savaşı ve Çin’de yaşanan gelişmeler sebebiyle de-militarizasyon baskısını kısmen hafifletmesi ile Japonya adı “ordu” olmayan bir askerî güce (Öz Savunma Kuvvetleri) sahip olabildi. Bununla yetinmeyen Japon milliyetçileri bilhassa 1990 sonrasında Japonya’nın aktif bir şekilde uluslararası siyasî ve askerî ilişkilere müdahil olmasını savundu. Bu düşünceyle Japonya, Irak gibi savaş bölgeleri dahil birçok ülkeye asker ve askerî teçhizat göndermeye, BM operasyonlarında boy göstermeye başladı. Ancak Anayasanın 9. Maddesinin kaldırılması veya değiştirilmesi suretiyle Japonya’nın “normalleşmesi” fikri siyasette hep gündemde kaldı.

Shinzo Abe, işte bu “normalleşme”  taraftarlarının en önemli isimlerinden biriydi. Abe’nin öldürülmesinin ardından, bu yöndeki siyasî taleplerin artması hiç şaşırtıcı olmayacaktır. Çin’in büyüyen bir tehdit olarak algılandığı ve anayasa değişikliğinden yana olanların üst kanatta yeterli çoğunluğa ulaştığı da dikkate alınırsa, Abe suikastı Japon anayasasında uzun zamandır beklenen değişimi tetikleyebilir. Bunun bölgesel ve küresel yansımaları ise Japonya’yı dünya siyasetinde daha etkin bir aktör olarak görmemizi sağlayabilir.