Çin’in ve diğer Asya ülkelerinin ekonomik olarak kalkınması ve Batı ile olan arasındaki farkın azalmasıyla küresel siyasete hâkim olan ABD liderliğindeki tek kutuplu dünya düzeni sorgulanmaya başlamıştı. Şimdilerde Kovid-19 salgınının yarattığı küresel kaos ve tehdidin ardından, dünya siyasetinin nasıl etkileneceği tartışmaları yeniden yapılıyor. Bu çerçevede AB, en çok eleştirilen aktör olmaktan kurtulacağa benzemiyor.

Salgının sadece Çin’de görüldüğü ocak ayının başında, virüsün Çin ekonomisini ve artan nüfuzunu örseleyeceği, Batı’nın Çin karşısında sarsılan gücünün tekrar artacağı söyleniyordu. Ancak ilerleyen günlerde Çin salgının merkezi olmaktan çıktığı ve AB ile ABD’nin, Çin’i gölgede bıraktığı görülünce, işler değişmeye başladı. Artık bu salgın yüzünden “Çin balonu”nun patlamasından değil, Batı’nın sponsorluğunda yayılan küreselleşme ve liberalizmin “çöküşü”nden bahsedilir oldu.

Küreselleşmenin ya da liberalizmin sonunu ilan etmek ya da bambaşka bir dünya düzeninden bahsetmek için henüz erken. Ne var ki virüsle birlikte ulus devletlerin öne çıkmaya başladığını ve AB gibi ulus üstü yapıların zafiyetlerinin iyice ortaya çıktığını görmek şimdiden mümkün.

İtalya ve İspanya’nın AB kurumlarından beklediği desteği alamaması, AB’nin salgın karşısında bir bütün olarak hareket edemeyip üyesi olan ülkelerin sanki AB yokmuş gibi kendi başına mücadele etmek zorunda kalması “birleşik Avrupa” idealinin henüz tam manasıyla gerçekleşmemiş olduğunu ifşa etti. Göçmen sorunu ve Doğu Avrupa ülkelerinin üyeliği gibi konular da zaten bütünleşme konusunda AB’nin daha çok mesafe alması gerektiğini ortaya çıkarmıştı.

Trump dönemiyle birlikte ABD’nin AB’ye şüpheyle yaklaşması, Çin gibi küresel ekonomileri zayıflatmak niyetiyle ticaret savaşları başlatması ve İran gibi ülkelere ağır yaptırımlar uygulaması gibi gelişmeler de yeni bir dünya düzeni söylemlerine sebep olmuştu. Liberalizm, çok taraflılık ve uluslararası meşruiyet, şimdiye dek bunların en büyük savunucusu olan ABD tarafından tehdit ediliyor ve ABD’nin ulusal ekonomisi ve gücü öne çıkarılıyordu. Diğer yandan İngiltere, yıllarca uğraşıp zorla elde ettiği AB üyeliğinden ayrılırken de AB’nin ortak amaçlarını değil, kendi ulusal çıkarlarına vurgu yapıyordu. Kısacası, Atlantik’in iki yakasında da “uluslararası” değil “ulus” önem kazanıyordu.

Virüs salgını sonrasında her ülkenin kendi başının çaresine bakmak zorunda kalması, bu süreci hızlandıracak gibi görünüyor. Örneğin, İtalya’nın Brüksel’den ziyade, yüzünü Pekin’e çevirmek durumunda kalması hatta sağlık ekipmanları için Küba’ya bile minnet etmesi, zaten tartışılmakta olan AB’nin geleceğini daha sert eleştirilere maruz bıraktı.

AB’ye yönelik en sert tepkiler, salgından en çok etkilenen İtalya’dan geldi. İtalya’nın önde gelen siyasetçilerinden olan ana muhalefet lideri Salvini, “AB’den nefret ediyor ve tiksiniyorum. Birlikten ziyade, yılanlar ve çakallar mağarası. Önce virüsü yeneceğiz, sonra dönüp AB’yi düşüneceğiz. Gerekirse teşekkür etmeden ayrılacağız” sözleriyle AB hakkında hayal kırıklığı ve öfkesi artan kesimin sözcülüğünü yapıyordu. Bu fikri paylaşan AB vatandaşlarının salgın sebebiyle artacağını öngörmek yanlış olmaz.

Salgının yarattığı yeni şartlar sonrasında uluslararası ilişkilerin aynı kalmayacağını söylemek mümkün. Yaşanacak değişimden en çok etkilenecek taraf ise dayanışma ve birlik görüntüsü veremeyen AB olacak gibi duruyor. AB’nin damarlarına sızan virüs, AB’nin geleceğinde bir kırılma noktası teşkil ederse şaşmamak gerek.