Türk dış politikasının çok yönlü ve çok taraflılık odaklı niteliği son yıllarda daha belirgin bir hâl aldı. Türkiye, dünyanın dört bir tarafında yaşanan gelişmeleri yakından takip eden, kriz ve sorunlara müdahale etmekten çekinmeyen ve adım attığı her yerde ağırlığını hissettiren bir ülke olarak öne çıkmaya başladı. Dünya ülkeleri arasında en çok insanî yardım yapan ülkenin Türkiye olması da, TİKA ve YTB gibi kuruluşları aracılığıyla klasik diplomasi araçlarını destekleyen mekanizmaları sayesinde dünyanın her köşesinde ülkemizin adının anılıyor olması da kesinlikle tesadüf değil.

Türkiye, sınırlarının içine hapsolmuş, kendi sorunlarına gömülmüş bir ülke görünümü vermekten çok uzak. Zira Türkiye; Arakan’daki Müslüman'ın, Doğu Türkistan’daki Uygurların, Ukrayna’daki Tatarların, Orta Doğu’daki Türkmen'in, Batı Trakya’daki Türk’ün, İsrail saldırılarına direnen Filistin’in, teröre maruz kalan Somali halkının, depremle sarsılan Kosova’nın ve hatta zalimlere karşı varlık savaşı veren tüm mazlumların yanında yer almak için elinden geleni yapan bir ülke.

İnsanlığın huzuruna hizmet eden, bunu yaparken de hak ve hukuku gözeten Türkiye’nin insanlık nâmına yürüttüğü faaliyetler, ülkemiz ve milletimiz için bir gurur kaynağı. Türkiye’nin bu insanî ve ahlakî tutumu, Mehmet Akif’in şu dizelerini hatırlatıyor:

Kanayan bir yara gördüm mü yanar taa ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
‘Adam aldırma da geç git!’  diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!

Türkiye, uluslararası hak, hukuk ve adâlet mücadelesi verirken bir diğer yandan da millî menfaâtlerimizin korunması için gerekenleri yapmış oluyor. Örneğin, kimi akıl ve izan yoksunları “Türkiye’nin Libya’da ne işi var?” diyor olsa da Hafter isimli hayduta karşı meşru hükûmeti savunmak için asker gönderme kararı alan Türkiye, kanayan bir yarayı görmüş, onu dindirmek için cefa çekmeye razı olmuş, çiğnemeyi ve çiğnenmeyi göze almış ancak en sonunda hakkı tutup kaldırmayı kendine gâye edinmiş bir ülke olmanın gereğini yapıyor.

Üstelik Türkiye, Libya’ya asker göndererek sadece Libya’daki asayiş ve huzur için mücadele etmiş de olmuyor. Doğu Akdeniz’de Türkiye aleyhine yürütülen bloklaşmayı iki ülke arasında imzalanan deniz hudut sınırlandırma anlaşması ile bıçak gibi kesen ülkenin Libya olduğu görmezden gelinemeyecek kadar aşikâr. Türkiye’nin Trablus’taki meşru ve uluslararası camia tarafından tanınan hükûmeti desteklemek üzere Libya’ya asker göndermesi, iki ülke arasında geçen ay imzalanan anlaşmaların yürürlükte kalması için hayatî önem arz ediyor. Bu anlaşmaların Türkiye’nin Akdeniz’deki millî menfaatleri açısından oynayacağı kritik rol dikkate alındığında, Türkiye’nin olan biteni uzaktan seyretmemesi gerektiği yeterince açık değil mi?

Her millî konuda olduğu gibi Libya’ya asker gönderilmesine de muhalefet etmeyi marifet sanan gayrimillî koronun solistleri, acaba gerçekten Türkiye’nin Libya’da ne işi olduğunu idrak edemediler mi yoksa başka ülkelerin çıkarını mı gözetiyorlar? Belki bizdeki muhalefet, Türkiye’nin bölgesinde lider bir ülke ve küresel bir güç hâline gelmekte olduğunu idrak etme ya da kabullenme sorunu yaşıyordur. Belki de ‘Adam aldırma da geç git!’ diyerek tarihî ve millî sorumluluklardan kaçmak, fıtratlarının doğal bir sonucudur, kim bilir!