Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) siyasi bir değerlendirme yapıp, hukuk ve demokrasi ile bağdaşmayan bir karar vererek Türkiye’de yeni bir tartışmanın fitilini ateşledi. AİHM’nin terör örgütü liderlerinden ve sözde siyasetçi Demirtaş hakkında verdiği karar üzerine Türkiye’de sürmekte olan tartışmalar, hukukun üstünlüğü ve demokrasi kavramları hakkında bazı çevrelerde nasıl bir kafa karışıklığı yaşandığını ortaya koyuyor. Türkiye’deki bilgi yoksunu bazı muhalefet üyeleri, hükümeti eleştirmek isterken büyük gaflar yapıyor.

Şurası bir gerçek: AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde garanti altına alınan hak ve hürriyetlerin ihlal edilip edilmediğini incelemek ve hak ihlali tespit edilmesi hâlinde tazminata hükmetmekle görevli. Avrupa Konseyi’ne üye devletlerse Sözleşme’nin 46. maddesinin 1. fıkrasına uyarınca taraf oldukları davalarda Mahkemenin kesinleşmiş kararlarına uymayı taahhüt ediyor. Sözleşme’ye aykırılığı tespit edilen durumun ortadan kaldırılması da ilgili devletin sorumluluğunda. Devletin bu sorumluluğunu yerine getirip getirmediğinin denetimi ise, üye olan devletlerin Dışişleri Bakanlarından oluşan ve konseyin en yüksek karar organı olan Bakanlar Komitesi tarafından yapılıyor.

Yani “ben bu kararları takmıyorum” demenin siyasi sonuçlarının olabileceği ortada. Ancak, iddia edildiği üzere, “kararlara uymak” ile kastedilen şey, ulusal mahkeme kararının yok sayılıp AİHM kararının onun yerine ikame edilmesi değil. Ne var ki, muhalefetin bu konudaki argümanları bazı hukuki olguları hiçe sayar nitelikte.

Sözleşmeye taraf bir devlet olarak Türkiye’nin AİHM kararlarının gereklerini yerine getirmekle yükümlü olduğu, dolayısıyla da Demirtaş’ın mahkûmiyetinde hak ihlali kararı verildiği için Demirtaş’ın derhal serbest bırakılması gerektiği yorumlarını muhalefetten sıkça duyuyoruz. Ancak bu tezlerin yarattığı bilgi kirliliği, bazı gerçeklerin ortaya çıkmasına engel oluyor.

Öncelikle, bağımsız ve tarafsız bir yargı sisteminin, aldığı bir hükmü, AİHM kararları gerekçesiyle bozması, “yargı bağımsızlığı” kavramıyla kesinlikle örtüşmüyor. Zira AİHM “serbest bırakın” dedi diye Türk mahkemelerinin aldığı kararı bozmasının hukuken kabulü mümkün değil. Zaten, AİHM kararı sonrasında Türk yargısının yapması gereken şey de Demirtaş’ı serbest bırakmak değil. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre, bir ceza hükmünün AİHS ve protokollerindeki hakların ihlali suretiyle verildiğinin AİHM tarafından tespit edilmesi durumunda yapılması gerekenin ne olduğu “Hükümlü lehine yargılamanın yenilenmesi nedenleri” başlıklı 311’inci maddede açıkça belirtilmiş durumda. Buna göre, AİHM kararının kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde “yargılamanın yenilenmesi” yoluna gidilmesi ihtimali söz konusu.

Yani, ceza hükmünü veren ulusal mahkeme, AİHM kararının ardından yeni bir yargılama yapabilir. Bu yargılamanın sonucunda verilen hüküm, yine ulusal mevzuata göre belirlenir. Daha önce verilen bir hükmün yenilenen yargılama sonrasında tekrar kararlaştırılması da hükmün kısmen veya bütünüyle değiştirilmesi de sadece mahkemenin yetki ve sorumluluğundadır. Dolayısıyla, AİHM’nin bir üye ülkenin ulusal mahkemesi adına karar vermesi söz konusu değil. Bu çerçevede, AİHM kararı, Türk mahkemelerinin uyması gereken bir “talimat” değil, benzer hak ihlallerinin önüne geçebilmek için verilmiş bir “tavsiye” olarak da değerlendirilebilir.

İşin hukuki boyutu kısaca böyle. Peki, “Demirtaş’ı serbest bırakmak zorundasınız” diyenlerin bu iddiaları sadece hukuk bilmezliklerinden mi kaynaklanıyor yoksa bir art niyet mi söz konusu?

Bir yandan “kuvvetler ayrılığı uygulansın, yargıya müdahale olmasın” diyeceksiniz, diğer yandan bütünüyle yargının yetki alanında olan bir meselede “AİHM kararını yerine getirmedi” diyerek yürütmeyi suçlayacaksınız. Maalesef, “mahkeme kararına müdahale edin” derken hem yargının bağımsızlığına hem de kuvvetler ayrılığına aykırı talepler getirdiğini göremeyecek kadar şirazesi kaymış bir muhalefetle karşı karşıyayız.