ATATÜRK VE TÜRK GENÇLİĞİNİN NİTELİKLERİ (7)

“Bizim milletimiz derin bir maziye (geçmişe) maliktir. Bu düşünce bizi elbette altı yedi yüz yıllık Osmanlı Türklüğünden, Selçuklu Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine müsavi (eşit) olan Türk devletlerine kavuşturur.”

G. M. K. Atatürk, 1. Türk Tarih Kongresi (2-11 Temmuz 1932, Ankara / Halkevi) Açılış Konuşması.

Büyük Taarruz’la zafer kazanıldıktan, vatan toprakları işgalden temizlendikten sonra milli kahraman Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı kutlamak için İstanbul’dan Bursa’ya bir grup öğretmen gelmişti. Atatürk 27 Ekim 1922 günü bu öğretmenlere hitaben çok önemli bir konuşma yaptı. Kazanılan zaferin gerçek kurtuluş için yetmediğini, milletin siyasi, sosyal hayatında ve eğitiminde “bilim ve fen rehber olmadıkça” asıl kurtuluşun mümkün olamayacağını anlattı. O tarihte henüz ileride “Türk İnkılabı” (veya Türk Devrimi) diye anılacak atılımlar, değişim ve dönüşüm hareketleri yapılmış değildi. Lozan Barış Antlaşması imzalanmamış, cumhuriyetin ilanına henüz bir yıl vardı. Laik, demokratik devlet yolunda henüz herhangi bir adım atılmamıştı.

Fakat Atatürk’ün Bursa’da kendisini kutlamaya gelen öğretmenlere söylediği sözler, onun daha işin başında, yolunu ve hedefini çok iyi seçtiğini belli ediyordu. Bu sözler, Atatürk’ün, “aklı ve bilimi” rehber, yol gösterici yaparak büyük bir değişikliği gerçekleştirmeye kararlı olduğunu açıkça gösteriyordu.

Yukarıda eğitim konusunda bazı bölümlerini kullandığımız bu konuşmada Atatürk şunları söylüyordu:

“Yurdumuzun en bakımlı, en şirin, en güzel yerlerini üç buçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı dize getiren başarının sırrı nerededir, biliyor musunuz? Orduların yönetilmesinde, ilim ve fen ilkelerini rehber edinmemizdedir.

Milletimizi yetiştirmek için kaynak olan okullarımızın ve üniversitelerimizin kuruluşunda da yine bu yolu tutacağız. Evet, milletimizin siyasi, sosyal hayatında, milletimizin fikri eğitiminde, rehberimiz ilim ve fen olacaktır.

Bugün eriştiğimiz nokta gerçek kurtuluş noktası değildir… Kurtuluş cemiyetteki hastalığı ortaya çıkarmak ve iyileştirmekle elde edilir. Hastalığın iyileştirilmesi ilim ve fennin gösterdiği yolla olursa, hasta kurtulur. Yoksa hastalık müzminleşir ve tedavisi imkânsız hale gelebilir.

Fikirler, manasız ve mantıksız safsatalarla dolu olursa o fikirler hastadır. Aynı şekilde, içtimai hayat akıl ve mantıktan uzak, zararlı birtakım inanış ve geleneklerle dolu ise cemiyet felce uğrar…

CİHAN İLE İLGİSİZ YAŞAYAMAYIZ

… Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için, fazilet, iyi niyet, fedakârlık elbette son derece gerekli vasıflardır. Fakat bir toplumdaki hastalığı görmek, onu tedavi etmek, toplumu içinde bulunduğu yüzyılın gereklerine göre ilerletebilmek için, bu vasıflar yetmez; bu vasıfların yanında ilim ve fen lazımdır…

… Gözlerimizi kapayıp herkesten ayrılmış halde yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp, cihan ile ilgisiz yaşayamayız… Tam aksine, ilerlemiş, medeni bir millet olarak, medeniyet alanı içinde yaşayacağız. Bu yaşama, ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise oradan alacağız ve milletin her ferdinin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.

Hiçbir mantıki esasa dayanmayan birtakım geleneklere, görüşlere saplanıp kalmakta ısrar eden milletlerin ilerlemesi güç olur; belki de hiç olmaz. İlerlemeye engel olan kayıt ve şartları aşamayan milletler, hayatı akla uygun ve pratik şekilde müşahede edemezler; hayat felsefesini geniş açıdan gören milletlerin egemenliği ve esareti altına girmeye mahkûm olurlar.”

Batı karşısında gerilemeye başlayan Osmanlı Devleti’nin gerçekleştirdiği reformların başarıya ulaşmamasının temel nedeni, bunların bütüncül bir bakış açısı ile değil, kurumsal düzeyde kalması idi. Eksikliği hissedilen alanlarda reformlar yapılmaya çalışılmış, ıslahatlar topyekûn bir değişim ve dönüşüm hareketine, köklü bir yenileşmeye kapı aralayamamıştır. Atatürk önderliğindeki Türk İnkılabı’nın ise akla ve bilime dayalı, gerçekçi bir yaklaşımla topyekûn bir değişim ve dönüşümü gerçekleştirdiği görülmektedir.

Bir kurucu kahraman olarak “akıl ve bilim” konusunu öne alarak “en büyük eserim” dediği Türkiye Cumhuriyeti’ni şekillendiren Atatürk, kendi düşünce yolunu izleyeceklere de miras olarak “akıl ve bilimi” tavsiye etmiştir:

“Benim manevi mirasım ilim ve akıldır… Benim Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver (eksen) üzerinde, akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.”

Şu halde Atatürk’ün özlediği Türk gençliği, akıl ve bilimi esas alan, teknolojik gelişmeleri yakından takip eden, nihayet Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak hedefine yürüyen bir gençlik olacaktır. Diğer nitelikleriyle birlikte daima aklı, bilimi esas alacaktır.

HOŞGÖRÜ, DÜŞÜNCE VE VİCDAN HÜRRİYETİ

Atatürk, akılcı ve bilimci yaklaşımının doğal sonucu olarak, her türlü bağnazlığı (taassubu) reddetmiştir. Bu kapsamda, laik demokrasinin en temel insan haklarından olan düşünce ve vicdan hürriyetini esas almıştır. O, “Her kişi, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine göre bir siyasi fikre sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yerine getirmek veya getirmemek hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hâkim olunamaz.” demiştir.

Medeni Bilgiler kitabına kendi el yazısı ile yazdığı bu cümleler, tek başına Atatürk’ü ve onun düşünce sistemini donmuş, kalıplaşmış, totaliter, dogmatik, diktacı ideolojilerden kesin bir çizgi ile ayırmaya yeter. Atatürk, hoşgörüyü (bağnazlıktan uzak olmayı, toleransı) ve bunun ötesinde düşünce ve vicdan hürriyetini, inançla, ısrarla savunmuştur.

Atatürk’e göre, “uygarlığın geri olduğu cehalet devirlerinde, düşünce ve vicdan hürriyeti baskı altında idi; insanlık bundan çok zarar görmüştür.” Özellikle dini bağnazlığın çok koyu olduğu dönemlerde, “gerçeği düşünebilen ve söyleyebilenler hakkında reva görülen zulüm ve işkenceler insanlık tarihinde daima kirli facialar olarak kalacaktır.”

ETNİK KÖKEN VE İNANÇ

Binlerce yıllık Türk tarihi içinde birçok devlet kuran, kurduğu bu devletlerin bünyesinde birçok farklı etnik köken, din, inanç ve kültüre mensup insanı, milleti barış ve huzur içinde yaşatan Türk milleti sosyolojik olarak ve tarihi olarak “hoşgörü” sahibi bir millet olduğunu ispatlamıştır.

Mesela Orta Çağ Avrupa’sının koyu bir karanlık içinde, bağnazlığa batmış bir halde yaşadığı dönemlerde Anadolu’da, yüce ruhlu, aydınlık kafalı Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bayramı Veli ve daha pek çok Türk düşünür ve aydını “hoşgörü” anlayışının gür sesi olmuşlardır.

XIII. yüzyılda Yunus Emre, “Yaratılmışı hoşgör, Yaradan’dan ötürü” demiş, Tanrı sevgisinin bağnazlıkla bağdaşmayacağını gür sesiyle haykırmıştır. Yunus Emre, İ. Kant’tan tam 500 yıl önce; “Sen sana ne sanırsan, ayruğa (başkasına) da onu san,

Dört Kitabın manası, budur eğer var ise.” diyerek, kendimize yapılmasını istemediğimiz şeyleri başkalarına yapmamamız gerektiği düsturunu ifade etmiştir. Bu nedenle Atatürk, “Hiçbir millet, milletimizden daha çok yabancı unsurların inanç ve adetlerine hoşgörü göstermemiştir.” demiştir. Yine Atatürk bu konuda, “Hatta başka dinlere mensup olanların dinine hoşgörü gösteren yegâne milletin Türk milleti olduğunun” ileri sürülebileceğini; İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in Rum Patriği, Ermeni Kategigosu, Bulgar Ekzarhı gibi dini reislere geniş haklar tanıdığını, “milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en müsadekâr ve civanmert bir millet olduğunu” belirtmiştir.

YARIN: YURTTA BARIŞ: MİLLİ DAYANIŞMA VE MİLLİ BİRLİK