Kıbrıs meselesi, Türk-Rum siyasi dengesi üzerine kurulu ortaklık devletinin 1963 yılının sonunda Rumlar tarafından yıkılmasından bu yana, uluslararası toplumun gündemini meşgul ediyor. Rumlara göre, adanın idaresi yalnızca kendilerine ait olmalıydı. Zira adada egemenliği hak eden tek güç kendileriydi. Bu nedenle Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran antlaşmaları, Kıbrıs Türklerine azınlık haklarının çok ötesinde yetkiler tanıyan ve bir an önce değiştirilmesi icap eden belgeler olarak tanımlıyorlardı.  Bununla birlikte, aynı antlaşmalarla Türkiye’ye garantörlük ve adada asker bulundurma hakkı verilmesini de tarihi bir hata olarak görüyorlardı. Sözün özü, adada Türk-Rum ortaklığına dayalı Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve bu hususta Türkiye’ye tanınan haklar, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamaya çalışan Enosisçileri çileden çıkarmıştı. Bu bağlamda ortaklık devletini kuran tüm antlaşmaları tadil eden, Türkleri azınlık haklarına razı eden ve Türkiye’nin garantörlük ve adada asker bulundurma haklarını sonlandıran bir çözüme dayalı yeni bir yönetim modeline ulaşmayı, kendilerine hedef olarak belirlemişlerdi. Rum siyasetinin Enosis ajitasyonu üzerinden ürettiği bu psikoloji nedeniyle 1968 yılından bu yana devam eden toplumlar arası müzakerelerden adaya kalıcı çözüm getiren bir sonuç elde edilemedi.

Rumlar için sorun ontolojik

Kıbrıs’ta Türk ve Rum tarafını uzlaştırmanın temel zorluklarından birisi de sorunun kaynağına ilişkin taban tabana zıt olan görüşlerin varlığıdır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (GKRY) Kıbrıs sorununa ilişkin resmi ideolojisi oldukça katı ve uzlaşmaz bir çizgidedir. Rum halkının büyük çoğunluğu da bu ideoloji etrafında kümelenmiştir. Resmi ideolojiye göre Kıbrıs sorununun tek nedeni, 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ve bununla birlikte gelişen olaylardır. Bu bakış açısının 2017 Temmuz ayında kapsamlı çözüm müzakerelerinin yapıldığı Crans-Montana’da bir kez daha gün yüzüne çıktığı görülür. 10 gün süren Zirve boyunca GKRY Lideri Nikos Anastasiadis’in her fırsatta, “vatanımı işgalden kurtarmayı istiyorum” klişesini tekrarlaması ve bu çerçevede “sıfır asker sıfır garanti” koşulu etrafında federal ortaklık fikrini müzakere etmek yerine, Rum üniter devletine giden kapıları açmaya çalışması, mevcut psikolojiyi özetliyordu. Anastasiadis’in göreve geldiği günden itibaren konuşmalarında sürekli dillendirdiği, “azınlığın çoğunlukla eşitlenmesi talep edilemez” görüşü, Kıbrıs Türk halkını azınlık olarak gören bir ideolojiye sahip olduğunu kanıtlıyordu. 

Rum lidere göre Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitlik talebi, “azınlığın çoğunluğa hükmetmesi” anlamına geldiğinden, böyle bir talebe rıza göstermek mümkün değildir. GKRY ve Yunanistan’ın Kıbrıs sorununu, 20 Temmuz 1974’e indirgeyen bir yaklaşımla hareket etmesi, müzakereleri başından beri kilitleyen en önemli faktördü. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de bu hareket tarzında en ufak bir değişim söz konusu değildir. Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis’in, “Yunanistan dış politikasının en üst stratejik talebi Türk işgaline son verilmesidir. Modası geçmiş garantiler kaldırılmadan Kıbrıs sorununun çözümünün manası yok” şeklindeki açıklaması, sürecin başını ve sonunu işaret etmesi bakımından bir hayli önemlidir.

Federal çözüm zehirli popülizm kurbanı

Anastasiadis’in, 1959 Zürih-Londra Antlaşmaları sonucunda ortaya çıkan Kıbrıs Cumhuriyeti’ne, “siyasi eşitlikten ve garantilerden arındırılmış” bir şekilde dönmeye çabaladığı çok açıktır. Dolayısıyla sık sık ifade ettiği, “Kıbrıs’ta çözümün tek egemenliğin, tek vatandaşlığın, tek uluslararası kimliğin olduğu, Avrupa müktesebatıyla uyumlu bir federasyonla” mümkün olabileceği düşüncesinin özünde bu anlayışı bulmak olasıdır. Daha açık bir ifadeyle söylenecek olursa, Anastasiadis hiçbir vakit gerçek manada Birleşmiş Milletlerin üzerinde durduğu, “iki toplumlu, iki bölgeli federasyon” tezini benimsememiştir. İki toplumun hassasiyetlerini dikkate alan bir çözüm modeline sarılmak yerine kulağa hoş gelen basmakalıp sözlerle Rum toplumunu zehirli popülizmin içerisine hapsederek olası tüm çözüm yollarını tıkamıştır. Nihayetinde Rum liderin Crans Montana zirvesinde takındığı tutum ve davranışlar, Denktaş ile Klerides arasında başlayıp yarım yüzyıla damgasını vuran, “federal çözüm” arayışlarının sonunu getirirken diğer taraftan da Türk tarafının egemen eşitliğe dayalı, “iki devletli çözüm” fikrine yönelmesinin kilidini kırmıştır. Şüphesiz Rum tarihçilerden bazıları, Anastasiadis’ten bahsederken, onu adadaki kalıcı bölünmenin mimarı olarak resmetmekten çekinmeyeceklerdir. Bu yorum abartı değildir. Anastasiadis’in gerek Doğu Akdeniz krizinde gerekse de Kıbrıs meselesinde çizdiği profil, Türk-Rum ilişkilerini uçuruma sürüklemiş; taraflar arasındaki tüm iş birliği alanlarını dinamitlemiştir. 

Yeni bir başlangıç: Bağımsız iki devlet

Birleşmiş Milletler öncülüğünde Cenevre’de, Kıbrıslı taraflar ve garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin de katılımıyla 5+1 formatındaki gayriresmi Kıbrıs konulu konferansın bir sonuç vermeyeceği, başından belliydi. Fakat burada önemli olan, Türk tarafının “Kıbrıs’ta egemen eşitlik temelinde iki devletli çözüm” modelini müzakere masasına getirmesiydi. Bir başka ifadeyle Türk tarafı, egemen eşitliğe dayalı, iki devletli çözüm vizyonuna ve önerisine yönelik niyet beyanını açık bir şekilde ortaya koyarak Kıbrıs meselesinde yeni bir başlangıcın kapısını aralamıştı. 

BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in de teyit ettiği üzere, Kıbrıs Türkleri eşit uluslararası statü, egemen eşitlik ve iki devletli çözüm istiyordu. Bu değişimin nedeni, federasyon tezinin sürüncemede kalmasının yol açtığı bıkkınlık ve yorgunluktu. Annan Planı ve Crans Montana’da tecrübe edilen siyasal gerçeklik, Türk tarafını yol ayrımına mecbur bırakmıştı. Fakat şunu da belirtmek gerekiyor. Yukarıda da bahsedildiği üzere, Rum tarafı hiçbir vakit “iki devletli federasyon” fikrine sıcak yaklaşmadı. Hatta federasyon tezini kendi planları için bir araca veyahut bir kalkana dönüştürdüğü de söylenebilir. Bu nedenle de Türk tarafıyla müzakerelerde bir türlü ortak bir zemin” bulunamadı.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ile Türkiye’nin “iki devletli çözüm” formülünü yeni bir siyasal gerçeklik haline getirmeleri oldukça önemlidir. Zira bu formülün blöf veyahut hamasi bir söz olmadığı tüm taraflara somut bir şekilde gösterilmelidir. Bu bağlamda öncelikle KKTC’nin siyasi yapısı ve kimliği güçlendirilmeli; ekonomik ve kültürel yatırımlara önem verilmelidir. Ayrıca KKTC’nin istiklalinin ve istikbalinin hiçbir surette pazarlık konusu yapılmayacağı hususunda Kıbrıs Türk halkına güçlü güvenceler verilmelidir. Nitekim Madrid’de düzenlenen NATO Liderler Zirvesi’nde Anastasiadis’in Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Paris’te buluşma teklifine, Erdoğan’ın “KKTC’ye gel orada görüşürüz” cevabını vermesi, bu açıdan oldukça değerliydi.

KKTC’nin artan önemi

İki devletli çözüm önerisinin, dinamik ve sonuç odaklı siyasi bir hedefe dönüştürülmesi son derece önemlidir. Özellikle Doğu Akdeniz’de değişen güvenlik ortamının bu bağlamda hesaba katılması stratejik bir zorunluluktur. Zira Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklerinin Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatlerine yöneltilecek herhangi bir tehdit olasılığının sürdürülebilir şekilde bertaraf edilebilmesi, bu politikanın başarısına bağlıdır. Zamanla görüldü ki, Ege Denizi’nden Kıbrıs’a kadar uzanan hat boyunca Yunanistan, Türkiye’yi hedef alan konvansiyonel tehdidin önemli bir parçasıdır. Adaların silahlandırılması, ABD ve Fransa ile yapılan ikili savunma anlaşmaları bu yargıyı güçlendirici somut örneklerdir. 

Diğer taraftan Doğu Akdeniz’in değişen jeopolitik rolünü ve Türkiye’nin dış politika hedeflerini göz önünde bulunduran bir sistemle hareket etmek gerekiyor. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de stratejik bir güce dönüşmesinin istenmediği ve bunun yol açtığı rahatsızlık çok açıktır. Manzaraya bu zaviyeden bakıldığında, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki mevcudiyeti için Kıbrıs’ın ne derecede mühim bir rol oynadığı hemen anlaşılabilir. Dolayısıyla iki devletli çözüm fikri, zaman kaybetmeden bir takvime bağlanarak somut adımlarla güçlendirilmelidir. Şayet bu yapılmaz ve KKTC’deki siyasi istikrarsızlığı besleyen bataklık kurutulmazsa o zaman Türkiye, Doğu Akdeniz’de kendisine karşı inşa edilen ileri karakollarla asimetrik bir şekilde mücadele etmek durumunda kalacaktır. 

Bugün Türkiye, Akdeniz’deki varlığını KKTC’nin varlığına borçludur. Türkiye’nin Akdeniz’e açılan kapısının Kıbrıs olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekiyor. İskenderun Körfezi’nin güvenliği, Kıbrıs’a sıkı sıkıya bağlıdır. Güçlü bir KKTC, öncelikle Türkiye’nin güç dengesindeki pozisyonunu ziyadesiyle kuvvetlendirir. Dahası Türkiye’ye sağlayacağı hava ve deniz imkânlarıyla Türkiye’nin askeri caydırıcılık kapasitesini bölgesel düzeyde yayılmasını sağlar. Şurası çok açıktır ki, Kıbrıs Barış Harekâtı Türkiye’yi yeniden Akdeniz’e bağlayan tarihi bir olaydır. Şayet bu harekât gerçekleşmeyip Kıbrıs Türkleri kaderine terk edilmiş olsaydı, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hak ve menfaatleri çoktan gasp edilmiş olabilirdi. Dahası Kıbrıs Türklerinin kaderi, geçmişte Ege adalarında yaşayan Türklerin kaderi gibi olabilirdi. Şüphesiz Barış Harekâtı, Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenliğini yeniden temin ettiği gibi Anadolu’nun da güney kıyısındaki güvenlik sorununu ciddi düzeyde azaltmıştır.