“Ankara Zirvesi” dendiğinde akla ilk gelecek toplantılardan biri geçtiğimiz gün, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ev sahipliğinde Rus ve İran Devlet Başkanlarının katılımıyla gerçekleştirildi. Suriye’nin geleceğini ve bölgede barış ve istikrarın nasıl temin edileceğini yakından ilgilendiren toplantı, Türkiye’nin Suriye krizinin çözümünde başat bir güç olduğunu teyit eder nitelikteydi.

Toplantının sonucunu Erdoğan şu sözleriyle özetledi: “Suriye’nin siyasî birliği ve toprak bütünlüğünün sağlanması, sahada sükunetin korunması ve ihtilafa kalıcı bir siyasî çözüm bulunması noktasında tam bir mutabakat içerisindeyiz.” Erdoğan’ın bu ifadeleri, Suriye üzerinde kendine alan açarak bir “devletçik” kurmak isteyen terör örgütlerine ve onu destekleyen dış güçlere ciddî bir uyarı olarak değerlendirilebilir. Zira, Fırat’ın doğusu ya da batısı yapılmadan, tüm ülke topraklarının bir ve bütün olacağı konusunda üç liderin anlaşmış olması, ABD destekli PKK/PYD’nin ülkenin bir kısmını ayrı bir yönetim altına alma çabalarına engel olunacağını açıkça ortaya koyuyor.

Suriye sınırı boyunca uzanan bir terör koridoruna müsaade edilmeyeceğini vurgulayan Erdoğan, “PKK/PYD varlığı devam ettikçe ne Suriye ne de bölgemiz huzura kavuşabilir. Suriye’nin istikbâli için en büyük tehdit kaynağı PKK ve onun uzantısı olan YPG/PYD’dir” diyerek, Suriye’nin bütünlüğünü savunan herkese asıl hedefin ne olması gerektiğini göstermiş oldu.

Türkiye’nin PKK/PYD terörünü hedefe koymasının, ABD için de bir mesaj olduğu açık. Zira dün Erdoğan’ın “İki haftada sonuç çıkmazsa kendi planımızı devreye sokacağız” şeklindeki demeci de ABD’ye karşı tahammül sınırının sonuna yaklaşıldığına işaret etti. İran ve Rusya’nın, Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunduğunu bir kez daha teyit ettirerek Ankara Zirvesi'nden elini güçlendirerek çıkan Türkiye, şimdi ABD’yi terör örgütüne karşı yönlendirme konusunda daha iddialı bir pozisyonda. ABD’ye yönelik “yapmazsanız, biz kendi bildiğimizi yaparız” uyarısının bir blöf olduğunu sananlar veya Cumhurbaşkanını “blöf yapmakla” suçlayanlar olsa da gerçeğin böyle olmadığını zaman er ya da geç gösterecektir. Üstelik, Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı Harekâtları, Türkiye’nin blöfle işinin olmayacağını anlatmaya yeterlidir.   

Diğer yandan, zirve sonunda Anayasa Komitesinin kurulmasında sorun kalmadığının ilan edilmesi, önümüzdeki dönemde Suriye’nin sadece silahlı çatışmalarla değil, siyasî müzakerelerle gündeme geleceğinin işareti oldu. Şam yönetimi ve muhaliflerin yeni bir sivil anayasa için yapacakları teknik çalışmalarda yer alacak kişilerin kim olacağı konusunda üç ülkenin mutabakata varması, hem Şam ile muhalifleri arasında siyasî müzakere sürecinin resmen başlaması hem de çatışan bu gruplar arasında tansiyonun azalması ihtimalini doğuruyor.

Anayasayı kaleme alacak heyetin bu üç ülkenin istişareleriyle belirlenmesi, Suriye’nin yeni anayasasında yine bu üç ülkenin etkisinin ve izinin olacağı anlamına da geliyor. Bu noktada, Suriye’nin siyasî ve idarî yapısının nasıl şekilleneceği, Suriye’nin aslî unsurlarından olan Türkmenlerin hak ve hukukunun ne derecede korunacağı gibi hususlarda Türkiye’ye önemli sorumluluk düştüğü bir gerçek. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte, Türkiye’nin hem Şam merkezli siyasî müzakerelerde aktif bir müdahil hem de Fırat’ın doğusunu terörden arınmak için etkin bir askerî güç olarak elini taşın altına koyması gerekecek.