Dr. Erhan Türbedar ile söyleşi: Balkanlarda isyan genişliyor... Osmanlı Balkanları nasıl kaybetti? (2)

Yunan ayaklanması Yunan bağımsızlık savaşını planlayan Filiki Eterya derneğiydi. Filiki Eterya etrafında sadece Yunanca konuşanlar değil, Ruslar, Rumenler, Karađorđe yanlısı Sırplar, Arnavutlar, hatta bir kısım muhalif Türkler de toplanmıştır. 1821’de bugünkü Romanya topraklarında (Boğdan bölgesinde) başlatılan Yunan isyanları Sırbistan’daki gibi spontane gelişen bir olay değil, Osmanlı Devleti’ni istikrarsızlaştırmak için yıllarca yapılan planların bir neticesiydi.

Esasen Rum/Yunan isyanının merkez üssü Mora’dır. Zira 22 Şubat 1821’de Boğdan’da başlayan isyanlar, bölge halkınca yeterince desteklenmemesi nedeniyle Mora’ya kaydırılmıştır. İsyancılar Mora’ya hareket etmiş ve buradaki isyan hazırlığındaki asilerle birleşmişlerdir. İsyan için Paskalyaya denk gelen 22 Nisan 1821 tarihi seçilmiştir. Ancak Rumların isyan edeceklerinden şüphelenen yarımadanın Müslüman tebaası, durumu ihbar edince ve adayı terk etmeye başlayınca asiler kalkışmayı daha erken başlatmak durumunda kalmışlardır. O sıralarda Mora valisi Hurşid Paşa ve Yanya Paşası Tepedelenli Ali Paşa birbirileriyle mücadele halindeydi. Bu sorun Mora bölgesi için bir zafiyet oluşturmaktaydı.

PATRİKHANE PLANLADI

İsyanın baş aktörleri olan Filiki Eterya ajanları, Fener Rum Patrikhanesi’yle işbirliği içinde çalışıyordu. Özellikle Mora isyanı, Patrikhane tarafından planlanmıştı. Nitekim isyanın başlamasıyla Rumların yaşadığı bütün vilayetlerde tedbir alınmış ve bu tedbirler kapsamında İstanbul’da, Fener Rum Patriği’nden Kıbrıs Başpiskoposu’na yazılmış mektuplar ele geçirilmiştir. Bu mektuplarda isyanın Mora dışına yayılması, özellikle Kıbrıs’a taşması için gerekli yol haritaları tespit edilmiştir.

Rusya’nın ve Avrupalı devletlerin destek ve teşvikleri ve isyanın en ufak ayrıntısına kadar planlanmış olması, uzun yıllar süren hazırlık aşamasında tüm ihtiyaçların büyük bir sabır ve gizlilik içerisinde sürdürülmesi gibi özellikler, Mora isyanının sadece bir “isyan” olmadığını; kapsamlı ve planlı bir “bağımsızlık hareketi” olduğunu göstermektedir. Nitekim pek çok yerli ve yabancı tarihçi Mora ayaklanmasını Osmanlı tarihinin en kapsamlı ve planlı isyanı olarak kabul etmektedir.

Filiki Eterya’nın Mora teşkilatı başkanı olan Patras Piskoposu Pol Germanos, üstünde Meryem Ana’nın resmi bulunan bir bayrağı eline alarak “Ey Yunan milleti! Artık uyan, Türkleri öldür” sloganıyla Rumları açıkça isyana çağırmıştır. Bu çağrıdan da anlaşılacağı üzere isyan, milli ve dini bir karaktere bürünmüştür. Ekonomik gerekçeler, idari sıkıntılar veya dini hürriyet kaygıları gibi gerekçelerle değil; tam olarak Osmanlı Devleti idaresinden çıkmak için planlanan ve uygulanan etnik temelli bir bağımsızlık hareketidir.

1821 yılı sonuna kadar adada yoğun bir Türk ve Yahudi katliamı yapılmıştır. İsyancılardan kaçan Türk ve Yahudiler, güvenli olduğu gerekçesiyle Tripoliçe şehrine sığınmışlardır. Ancak asiler, aylarca kuşatma altında tuttukları şehri 23 Eylül 1821 tarihinde tamamen ele geçirmişlerdir. Kıbrıslı tarihçi Salahi Ramadan Sonyel’in tespitlerine göre 1821 Mart ayında Mora’da tahmini 50.000’e yakın Müslümanın yaşadığı, bir ay sonra ise Rumlar Paskalyalarını kutlarken Mora’da tek bir Müslümanın dahi kalmadığı görülmektedir.

MORA KATLİAMI

Tarihçi Dakin’e göre bu dönemde Mora yarımadasında 40.000; Barbara Jelavich’e göre ise, Mora’da yaşayan 40.000 Müslüman’dan 15.000’i; Yunan ihtilalinin tarihini yazmış olan George Finlay’a göre 10-15.000 Türk, Ahmed Lütfi Efendi’ye göre ise en az 35 bin Türk öldürülmüştür.

Sultana itaatini sonlandıran Yanya Paşası Tepedelenli Ali Paşa, bugünkü Arnavutluk’un güneyini ve Yunanistan’ın tamamını kontrol edecek ve Yunan isyanını tek başına bastırabilecek kadar güçlenmişti. Ancak saraya karşı yürüttüğü ayaklanma nedeniyle Yunan isyancılarla iş birliğine girmeyi tercih etmiştir. Osmanlı ordusu Şubat 1822’de Ali Paşa isyanını bastırmayı başarmış ise de genel Yunan isyanı kontrol edilebilir olmaktan çıkmıştır.

1821 yılında Yunanistan’da başlayan isyanın asıl amacı eski Bizans’ı andıracak büyüklükte bir devlet kurmaktı. Rusya’nın verdiği desteğin yanında 1826 yılında Fransa ve Britanya da Yunanlara destek vermek üzere harekete geçmişti. Osmanlı topraklarına saldıran Rus ordusu batıda Edirne, doğuda ise Erzurum’a kadar ilerleyince, Osmanlılar barış istemek zorunda kalmıştır. Bunun sonucunda 14 Eylül 1829 tarihinde Edirne Antlaşması imzalanmış ve bu anlaşma gereğince, Osmanlı’dan Eflak, Boğdan, Sırbistan ve Yunanistan’a özerklik tanıması istenmiştir. Ardından 3 Şubat 1830 tarihli Londra Protokolü ile Rusya, Britanya ve Fransa Yunanistan’ı bağımsız bir devlet olarak tanımış, Osmanlı Devleti de 1832 yılında bu sonucu kabul etmiştir. Kurulan Yunanistan devleti, Yunan isyancıların baştaki hedefinin çok gerisinde kalmış ve sadece bugünkü Yunanistan’ın güneyini kapsayan ve Avrupa güçlerinin koruması altında olan küçük bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Ancak bağımsızlığını kazanmasından sonra Yunanistan sürekli genişlemiş ve ele geçirdiği topraklar için sadece 1912-1913 Balkan Savaşları’nda çatışarak bir bedel ödemiştir. Geri kalan dönemlerdeki bütün toprak kazanımlarını ise ya hediye ya da sınır düzenlemeleri adı altında büyük devletlerin sağladığı avantajlar sonucunda elde etmiştir.

RUMENLERİN DURUMU

Rumen prenslikleri Eflak ve Boğdan’da durum daha az karmaşıktı. 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nı sona erdiren Küçük Kaynarca Antlaşması’ndan sonra, Rusların Eflak ile Boğdan işerine müdahalesi için devamlı açık bir kapı bırakılmıştır. Bu dönemden sonra Ruslar daima Eflak ile Boğdan konusunda Osmanlı’nın içişlerine karışmıştır. Ekim 1826’da Rusya ile Osmanlı Devleti arasında imzalanan Akkerman Antlaşması’yla Rusya, Eflak ve Boğdan üzerindeki hakimiyetini sağlayacak bazı unsurları ültimatom diliyle Osmanlı Devleti’ne kabul ettirmiştir. Bu antlaşma gereğince, Eflak ve Boğdan yöneticileri artık boyarlar (Rumen soyluları) tarafından seçilecekti ve Babıali’nin onayına bağlı olmadan yönetim kararları alabilecekti. Osmanlı Devleti, Rusya’nın onayı olmadan Eflak ve Boğdan yöneticilerini görevlerden almayacağını da vaat etmiş oldu.Rusların Balkanlar’da izlediği siyaseti Batı Avrupa ülkeleri her zaman desteklememiştir. Balkanlar istikametinde topraklarını genişletmek için sürekli fırsat kollayan Viyana’nın bile, Rusya’nın Balkanlar’daki etkinliği yüzünden Osmanlı ile iş birliğine giriştiği dönemleri olmuştur. Rusların Balkanlar’daki Slavlarla kültürel ve siyasi birliğini geliştirme çabaları, önemi bir Slav nüfusa sahip Avusturya İmparatorluğu için de bir tehdit oluşturuyordu.

RUSLARIN BALKANLAR’DA DURDURULMASI

Bu nedenle, 19. yüzyılın ortalarında Osmanlı Balkanlar’ında statükonun devam etmesi Viyana için rasyonel bir tercihti. Aynı dönemde diğer Avrupa güçleri de, Osmanlı’nın Balkanlar’dan çekilmesinden sonra otorite boşluğunun yaşanacağının ve Osmanlı topraklarının taksimi için büyük güçler arasında savaşın patlak verebileceğinin farkında olarak, İstanbul’un Balkanlar’ı bir müddet daha kontrol etmesinden yana olmuştur. Dahası, Rusya’nın Balkanlar’daki yayılmacı politikaları Britanya ve Fransızların Akdeniz’deki ticari çıkarlarını tehdit ediyordu. Bu nedenle 1850’lerde Rusya Balkanlar’da söz konusu Avrupa ülkelerinin direnişi ile karşılaşmıştır.

1853-1856 yılları arasında cereyan eden Kırım Savaşı Balkanlar’daki siyasi tarihin dönüm noktalarından biri olarak sayılabilir. Doğu Akdeniz’deki Rus tehlikesinin bertaraf edilmesi ve böylece Akdeniz üzerinden açılan ticaret yollarının güvence altına alınması maksadıyla, Britanya, Fransa ve bugünkü İtalya’nın kuzeybatısındaki Sardinya Krallığı Kırım Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin tarafında olmuştur. Savaşı neticelendiren 30 Mart 1856 tarihli Paris Antlaşması sayesinde ise Osmanlı Devleti Rus tehlikesini belirli bir süreliğine bertaraf etmiştir. Ne var ki Paris Antlaşması’yla Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü ve bekası Britanya ve Fransa’nın kefilliği altına girmiş oldu. Böylece dönemin Avrupa güçlerinin de Osmanlı’nın iç işlerine doğrudan karışmasına zemin oluşmuştur. Paris Antlaşması’ndan Rumen Prenslikleri Eflak ve Boğdan da resmi özerklik kazanmakla ve Rusların etkisinden kurtulmakla kârlı çıktı. Paris Antlaşması’yla, Rusya tarafından bozulan uluslararası denge Avrupa’da yeniden tesis edilmiştir.

Ancak tarih, Rusya’nın Balkanlar’daki hedeflerinden vazgeçmediğine, planlarını daha sonraki yıllara ertelediğine şahitlik edecektir. Osmanlı’ya gelince, Balkanlar’daki Hristiyanların isyanlarından bir türlü kurtulamamıştır.

HERSEK İSYANI VE SIRPLARIN YENİDEN HAREKETE GEÇMESİ

Çete hareketlerinin uzun süreden beri devam ettiği Hersek’te Hristiyan nüfus, idarecilerin kendilerine zulüm yaptığı bahanesiyle, Rusların kışkırtması ve Karadağ’ın yardımıyla 1861’de isyan başlattı. Bunun üzerine Osmanlı ordusu hem Hersek’e hem de 1862 yılında Karadağ’a müdahale etmek zorunda kalmıştır. Avrupa diplomasinin devreye girmesiyle 31 Ağustos 1862 yılında İşkodra Antlaşması imzalanarak mesele yatıştırılmış, ancak ne Hersek’te ne Karadağ’da kalıcı çözüm üretilmiştir. 1860 yılında Sırbistan’da Prens Mihailo Obrenović’in işbaşına gelmesiyle, Osmanlı’nın Sırbistan ile ilişkileri de yeniden gerilmeye başlamıştır. Obrenović o dönemde Osmanlıların kontrolünde kalan Sırp kentlerini ele geçirmeye kararlıydı. Dahası, Obrenović 1838 tarihli Anayasayı ihlal ederek, Osmanlı yönetiminden onay almadan iç reformlar yapmaya başlamıştır. Bu uygulamalar önce bazı küçük hadiselere, ardından da silahlı çatışmaların yaşanmasına sebebiyet vermiştir. En büyük çatışma, “Çukur Çeşme Olayı” olarak anılan hadisenin tetiklemesiyle 15 Haziran 1862’de Belgrad’da yaşanmaya başladı. Önce tüfeklerle yürütülen çatışma, Osmanlı topçu birliklerinin Belgrad’ı kaleden dört saat boyunca bombalamalarıyla sürmüştür.

KANLICA KONFERANSI

Bu Osmanlı-Sırp gerginliğine çözüm bulmak maksadıyla, 4 Eylül 1862’de Kanlıca’da, 12 maddelik bir protokolün imzalanmasıyla sonuçlanan bir uluslararası konferans düzenlenmiştir. Protokolün 6. maddesiyle, Soko ve Ujitse’deki kalelerin yıkımı kararlaştırılmış, Osmanlı Devleti ise Belgrad, Smederevo, Feth-İslam (Kladovo) ve Şabats’daki garnizonları dışında Sırbistan’dan çekilmeye razı olmuştur. Protokolün 8. maddesinde ise, Osmanlıyla birlikte, Müslümanların da Sırpların kontrol ettiği topraklardan “bir an önce” göç etmeleri öngörülmüştür. 1875 yılında Hersek’teki Hristiyanların (Sırp ağırlıklı) isyanları yeniden alevlendi ve bu sefer bugünkü Bosna-Hersek’in tamamına yayılmıştı. Sırbistan ve Karadağ hem silahlarıyla hem de savaş gönüllüleriyle Hersek’in yardımına koştu. Hırvatlar, Slovenler hatta bir kısım İtalyanlar da Hersek’teki Hristiyanlara yardım etmek için akın etmişti. Artık Hersek’teki isyan büyük bir Güney Slavlar ayaklanmasına dönüşmek üzereydi. Temmuz 1876’da Sırbistan ve Karadağ Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etti. Aralarındaki anlaşma gereğince savaşın sonunda Sırbistan Bosna’yı, Karadağ ise Hersek’i kendi sınırlarına dâhil edecekti. Ancak Sırp ile Karadağlıların bu planları Osmanlı ordusu tarafından bastırıldı.

 

  • YARIN: Bulgar isyanı ve Arnavutların Durumu
Editör: Haber Merkezi