Yazı yazmanın zorluğunu en iyi, gerçekten yazı yazan bilir. Okuyucunun bu zorluğu anlamak gibi bir mecburiyeti elbette yoktur.
Ancak bazılarının, sanki biz 29 harfi havaya atıyoruz da yere düşene kadar kendiliğinden bir köşe yazısına dönüşüyormuşuz gibi sanması, hem büyük bir haksızlık hem de gülünesi bir durumdur.
Günde iki farklı konuda iki ayrı yazı yazmanın zorluğunu bizzat yaşayan bir yazarım.
Gece yatmadan önce “Yarın ne yazacağım?” diye başlayan ve sabah uyandığımda hâlâ devam eden o stresi en yakından bilenlerden biriyim.
Bazen bir kitabın tek bir cümlesi, bazen bir fotoğraf, bazen bir yorum, bazen dinlediğim bir müzik, bazen izlediğim bir film, bazen de bir cümlelik bir haber… İşte bütün bunlar bir yazı konusuna dönüşebilir. Biz yazarları bu anlamda anlamanız, bize yapılabilecek en büyük nezaket ve en güçlü motivasyon desteğidir.

Konu bulduğumuz anda en büyük yükten kurtulmuş oluruz. Lise yıllarından beri köşe yazıları, gazete ve dergi yazılarıyla geçen uzun bir pratiğim var; profesyonel yazmaya başlayınca bu birikimin ne kadar büyük fayda sağladığını şimdi daha iyi anlıyorum.
Ne var ki taşıdığımız sorumluluk, mensubu olduğumuz dava ve o davanın hassasiyetleri birleşince yazılardaki titizlik yükü katlanarak artıyor. Gün geliyor, tek bir cümleyi yazdıktan sonra “Bu nasıl anlaşılacak?” diye dakikalarca kafa yoruyorum. Çünkü yazının anlamını çarpıtmaya, bağlamından koparmaya, sulandırmaya hazır bir kitlenin varlığını biliyorum; bu da kalemi elime alırken beni daha temkinli olmaya zorluyor.
Nitekim bir sanatçının filminde söylediği kendi repliğini aktardığınızda bile “Sanatçıyı ölümle tehdit etti” manşeti atabilen medya unsurları, ne yazık ki bu ülkenin bir gerçeği. Bir kişiye hitaben yazı yazıyorsunuz, yüz kişi “Bana mı yazdı?” diye feveran ediyor. İç dünyanızı, duygularınızı samimiyetle yansıtıyorsunuz; alakası olmadığı hâlde “İktidara mesaj”, “Cumhur İttifakı’na ayar” diye haberleştirilen yazılarım bile oldu.
İdeolojik duruşu olan, bir dava sahibi olan bizim gibi kalem erbabının yazarlığı işte bu yüzden çok yönlü ve ağır zorluklar barındırır. Günde iki yazı yazmak, her birine büyük bir dikkatle odaklanmak gerekir; bu hâl çoğu zaman günü tamamen yutar. Bir anlamda sosyal yaşamı tamamen kısıtlar. Bu nedenle telefon kullanamamak, eşe dosta ve misafirlere görüşmek için “randevu” kısıtlamasına gitmek de ayrı bir handikap hâline gelmiştir.
Japon yazar Haruki Murakami’nin dediği gibi: “Yazarken kendimi bir mağaraya kapatılmış gibi hissediyorum. Dışarıdan hiçbir ses gelmiyor, sadece ben ve kelimeler var.”
İşte bazen tam da o hâl…Bu düzen bize artık normal gelirken, dışarıdan bakan bazıları hâlâ bunu anlamakta zorlanıyor.
Kısacası, yazmak sadece yazmak değildir; sürekli tetikte olmak, yanlış anlaşılmamak için kırk kez ölçüp bir kez biçmek, her kelimeyi altın terazisinde tartmak demektir.
Kimileri yazılarınızı beğeniyor, kimileri cinnet geçiriyor. Herkes kendi durduğu yere göre değer biçiyor. Ne yapalım, bir davada yazar olmanın etkileşimi ve kaderi de budur…