Kölecilik, soykırım, sınıf ayrımcılığı Batı uygarlığının harcına karılmıştır. Amerika’nın keşfiyle soyları kurutulan Kızılderililer, İngilizlerin Avustralya’da katlettiği Aborjinler, Afrika’dan zorla getirilip köleleştirilen siyahiler, o diyarların zengin madenleri üzerinde yükselen imparatorluk, dünyaya insaniyet masalları okuyan kaypak Batı’nın kara sicilidir.

Birkaç gün önce ATV’de yayınlanan “Kim Milyoner Olmak İster”de Avrupa’nın bu kara sicilini nasıl başarılı bir zihin temizliğiyle pakladığını gösteren bir örnek vardı. Soru, 1980’lere kadar hangi ülkedeki yetim, ailesi boşanmış veya fakir çocukların devlet tarafından açık artırmayla satılarak çiftliklerde zorla çalıştırıldığıydı ve yarışmacı koltuğunda Avrupa kültürüne sıkı bir hayranlık besleyen bir hanımefendi oturuyordu.

Çocukları açık artırmayla satan ve köleleştirenler hanımefendinin tecrübelerine göre Müslüman coğrafyasından veya Uzak Doğu ülkelerinden biri olmalıydı. Bilimde, tıpta, teknolojide, sanayileşmede ilerlemiş bulunan Avrupa’yı köle tüccarı olarak hayal etmek zor tabi. Oysa doğru cevap İsviçre’ydi. Paranın, barışın ve güvenirliğin merkezi olarak bilinen İsviçre’de 1980’lere kadar öksüz, yetim çocuklar devlet tarafından köleleştirilip satılıyordu.

Mesela, sosyal medyada sıklıkla karşınıza çıkan SMA’lı çocuklara yardım kampanyası düzenlenmesinin sebebi ABD’deki bir ilaç firmasının SMA tedavisi için 2 milyon dolar civarında bir para talep etmesi. İnsan haklarının beşiğinde parası denkleşmeyen çocukların ölümü, ticari kaideler gereği olağan bir durum.

Batı’nın insana verdiği değeri anlayabilmek adına biraz daha geriye gitmekte fayda var. Demokrasinin, özgürlüğün ve eşitlik idealinin saygın metinlerinden birisi olarak gösterilen ABD Bağımsızlık Bildirisi’nde (1776) bahsedilen hakların kullanımı erkeklere aitti. Köleler ve kadınlar, erkeklere eş görülmemişti. Ondan yüzyıl sonra patlak veren ABD iç savaşının motivasyonundaysa Güney’in toprağa dayalı kölelikten vazgeçmeme isteği vardı. Köleciliği savunan Güney eyaletleri, ilginç bir şekilde İngiltere tarafından destekleniyordu. Ne de olsa İngiltere 1215’de Magna Carta’nın ilan edildiği yerdi. Ama Güney eyaletlerinin pamuk tarlaları İngiliz iplik ve dokuma sanayisinin olmazsa olmazıydı ve İngiliz sanayisini besleyen pamuk ithalatına halel gelmemesi için köleci düzenin berdevamı lazımdı.

Anti-demokrasi, yozlaşmışlık, geri kalmışlık hep Doğu’nun sırtına vurulan yafta. Biraz kurcalayınca Batı’nın medeniyet değerlerinin hangi insanlık dışı olgular üzerinde yükseldiğini görmek mümkün.

Sömürüye ve işgale el ovuşturan Avrupalı, talan ettiği topraklarda yarattığı vahşi düzenden kaçan insanların karşısına şimdi tel duvarlar çıkardı. Aristo’nun torunları, Helen Uygarlığının varisleri, demokrasinin ilk defa uygulandığı kent devletlerinin mirasçıları, zıpkınlarıyla göçmen botlarını patlatıp çocukların, bebeklerin, müşküllerin can çekişmesini zafer naraları atarak izliyor.

Geçenlerde Polonyalı bir asker, Belarus-Polonya sınırındaki göçmen krizi sırasında 240 göçmeni öldürerek çukurlara gömdüklerini itiraf etmişti. Batı’nın demokrat ve hümanist çehresinin ardında katliam, yıkım, soykırım, talan var. Galler Prensi Charles, Barbados’un İngiltere’den bağımsızlığını ilan ettiği törene katılıp “Bu Ada’nın halkı, olağanüstü bir metanetle geçmişimizin en karanlık günlerinden ve tarihimizi sonsuza dek lekeleyen köleliğin korkunç vahşetinden yollarını açtılar” sözleriyle günah çıkarmaya çalışmıştı. Sanki uluslararası sömürü ve modern köle düzeni hala Batı’nın cebini şişirmeye yaramıyormuş gibi…