Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığının 13 Şubat’ta açıklanacak olmasının sebebi çok önceden fısıldandı: Aday yıpranmasın!

Zavallı aday, siyasi yenilgiler rekorunu elinde bulunduran Kemal Bey, harap bitap bir hâldeydi.

Onu bu dünyada demokratik seçimlerin yıprattığı kadar hiçbir şey yıpratmamıştı.

Muharrem İnce’nin “Çıkmışsın yenmiş, çıkmışsın yenmiş, çıkmışsın yenmiş” üçlemesindeki çıkışlar Kemal Bey’e aitti.

Ama bu sefer makûs talihin seyrinde gözle görülür bir farklılık tespit ettiklerinden dolayı “geliyor gelmekte olan” şarkısıyla coşuyorlardı.

Ne geldiğinin önemi yoktu.

Nasıl geldiği mevzu bahis değildi.

Geldikten sonra neler olabileceğinin kuruntusuna kapılanların lafazanlığı boş yereydi.

Döviz kurları bir dalga boyu kabardıkça Kemal Bey kendisini sörf tahtasının üzerinde gördü.

Kafasındaki hayal baloncuğunda, dev gibi dalgaların arasından maharetli vücut hamleleriyle sıyrılan ve denizin orta yerinde mahsur kalmış gemiyi usulca karaya yanaştıran kahraman vardı.

O kahraman kendisiydi.

Hayal baloncuğu kaybolunca, şu kahramanı bir de yakından göreyim diyerek aynanın karşısına geçti.

Karşısında beliren silüetten ürpertiye kapıldı.

Bunca yıllık yenilgiler, yapımı tamamlanmamış metro hattı gibi alnında kesik çizgiler oluşturmuştu.

Kendisini iktidar olamamakla eleştiren partili dostlarını hatırına getirmese motivasyonunu yeniden sağlayamayacaktı.

Kırmızı kurdeleli karnesini arkadaşlarına gösteren birinci sınıf öğrencisi gibi “İşte başardım” diyeceği günü İP’le çekiyordu.

13 Şubat onun için çok büyük, ülke için sıradan bir gün olacaktı.

Sevgililer Günü’nün arifesinde, muhalefet kulislerinde matem yelleri esiyordu.

Kara bulutlar hâlinde çöken gergin atmosfere, kaçınılmaz akıbetin semerini vuracakları bir günah keçisi bulmanın rahatlığı da karışmıyor değildi.

Kemal Bey’in adaylık duyurusunun yapılacağı Saadet Partisi Genel Merkezi, tarihin tekerrür edeceği hafıza mekânı olarak seçilmişti.

Erdoğan da aynı iklimden, Refah geleneğinden doğarak iktidara gelmişti.

Kemal Bey neden doğmasındı?

Erdoğan’a öykünen İmamoğlu’nun Saraçhane şovunu ıskartaya çıkardığında bu parlak fikir aklına düşmüştü.

Biri Erdoğan’a benzeyecekse o ancak kendisi olabilirdi.

Yine de kendisiyle ilgili zihninden bir türlü uzaklaştıramadığı şüpheleri onu gölge gibi takip ediyordu.

Ona felaket senaryolarını fısıldayan iç sesi, burayı acilen terk etmesi gerektiğini söyledikçe önceden ezberlediği savunma cümlesini hatırlıyor ve “Bundan daha kötüsü olamaz” diye tekrarlıyordu.

Bu sözü yarınların bugünden kötü olmayacağını anlatmak isteyen Hazine ve Maliye Bakanı’ndan duymuş ama yürüyen merdivene ters binmesi gibi yine manayı tersinden kavramıştı.

Neticede pandemi belası tüm dünyayı kasıp kavurmuş, tedarik zincirini kırıp atmıştı.

“Benim” diyen ülkenin enflasyonu yüz yıldır görülmeyen değerlere ulaşmıştı.

Hesapta olmayan savaşın patlak vermesi de tüm bunların üzerine bonus olmuştu.

İktidarın harıl harıl çalışarak halkın eksiğini gediğini kapaması Kemal Bey’in başından aşağı kaynar sular indiriyor olsa da “Arkamda kapı gibi HDPKK desteği var” diyerek öz güvenini yeniden tazelemeyi başarıyordu.

Bu duygu ve düşüncelerle kasketini başına çekip, potinlerini giydi.

Önceden kâğıda not aldığı konuşmasını bir kenara bırakarak içinden nasıl geliyorsa öyle konuşmaya başladı:

“Ben Kemal, geldim işte. Daha kötüsü nasıl olur hepinize göstereceğim…”