Geçtiğimiz hafta Ankara'da idim.

MHP Grup Başkanvekili, değerli  ağabeyim Erkan Akçay'la birlikte "Leyla ile Mecnun" oyununun ilk gösterimini izledik.

Öncelikle oyunun yazarı İskender Pala'yı, rejisörü Devlet Tiyatroları Sanat Yönetmeni Mustafa Kurt'u, değerli oyuncuları, müzik yönetmeni Can Atilla'yı, kareografiden, dekordan, ışıktan, kostüm tasarımına kadar oyununun keyifle izlenmesine vesile olanları kutlarım.

Şimdi size başka bir oyundan söz edeceğim. 

Her yıl Amerika'da sergilenen tiyatro oyunundan: Sözde Ermeni Soykırımı Yasası'ndan..

Bu oyun, Temsilciler Meclisinde sahneye konur, Senatoda bekletilir, Başkan'ın onayına kalmadan unutulur gider. Ama her yıl mutlaka gündeme getirilir.

Amerikan devletçiliği açısından trajedi denilse yeridir.

Amerika, siyaset adına neyi öğrenmiş, neyi hayata geçirmişse Londra'nın gölgesinde öğrenmiştir ama İngiliz Siyaset Okulu'nun ağırlığı, Amerika'nın deneyci-ampirik politika kültürüne sirayet edememiştir. Bu yüzden böylesi kof kulis oyunları sık sık sahnelenmektedir.

Ermeni meselesi, batının şark meselesinden soyutlanamaz. Şark meselesi ise Yusuf Akçura'nın yüz yıl önce bir konferansında belirttiği gibi Kudüs'ün İslam devleti tarafından fethiyle başlar.

İlk romanım olan Kan Meclisi 1915'i kaleme almadan önce Ermeni meselesini bütün yönleriyle araştırmış, Ermeni yazarların, folklor uzmanlarının kitapları dahil okumuştum. Elbette tehcirin yaşandığı bir dönemi anlatmak için tarafları incelemeli, iddiaları gözden geçirmeliydim. Yıllar içinde ikinci romanım Kurt 2015'te bu defa aynı konuyu ama güncel bir iklimde işledim. Konu oldukça mühimdi ve ne yazık ki Türk kamuoyu yeterli bilgiden ve ilgiden yoksundu. 

Oysa dünya kamuoyu çalışıyor, Ermeni lobileri emperyal devletlerin Türkiye karşıtı silahına dönüşüyordu.

Türkiye, konuyla tarihçilerin ilgilenmesi gerektiğini ve arşivlerin açılarak yalan oyununa son verilmesi lazım geldiğini açık yüreklilikle savunuyordu.

Türkiye'nin bu haklı talebi, bilginin değil algının geçerli olduğu bir dünya zemininde kulislerin sinsi hareketliliğiyle karşılık buluyordu.

Uluslararası lobiler sadece siyaset kulislerinde değil kültür sanat alanında da oyun peşindedirler. Ermeni meselesine ilişkin Amerika ve Fransa'da az film çekilmemiştir. Atom Egoyan'ın "Ağrı Dağı" belgeseli, Sarkhy Muradyan'ın "Sason'un Oğulları" filmi, hele hele Hanry Verneuil'in "Anne" adlı filmi tam bir bellek oluşturma faaliyetidir. Bu konuda değerli Birsen Karaca'nın nefis tespitlerini içeren "Toplumsal Bellek ve Sinema" alt başlıklı kitabını herkese tavsiye ederim.

Bu yüzden konuyu kitabi boyuttan sinema filmi zeminine taşımayı düşündüm ve Kuşatma 7 Uyuyanlar filmindeki "Nemesis" olgusu böyle doğdu. Filmde, Türkiye kuşatılırken Nemesis de boş durmuyor, küresel çetenin vurucu gücü rolünü üstleniyordu.

Nemesis hayali değil Batılı servisler tarafından korunan kanlı, canlı bir örgüttü. Talat Paşa'yı alçakça katleden Sogomon Tayleryan'a mahkemede değme tiyatro oyuncusu gibi savunma yaptıran "Nemesis" tahliyesini de sağlamıştı. Bu yalancı, düzenbaz teröristin heykeli üstelik rezil bir mizansenle Erivan'a dikilmiştir.

Oyun içinde oyun.

Ve en etkili silah, kültür sanat.

Bu sahada etkili olmak bir milli görevdir.

Buna inanır, bunu söylerim.