24 Nisan 1915’te aslında ne oldu? Ortada yaşanmış bir tarih varken nasıl olur da birbirine zıt iki ayrı tarih anlatımı oluyor? Tek başına tarih bu soruların cevabını vermeye yeterli midir? Tarihi tarihçilere bırakmıyorlarsa, “bu işi tarihçiler incelesin” demenin pratik bir faydası var mı? İşi siyasi tartışma olmaktan çıkarmak istersek, hukuktan başka seçeneğimiz var mı? ABD Başkanı’nın soykırım yalanlarına dair hezeyanları sonrasında bu ve benzeri birçok soruyu sormak mümkün.

Öncelikle, artık şunu kabullenmek gerek: ABD Başkanı dâhil, bu konuda ahkâm kesenlerin neredeyse hiçbiri tarihte gerçekten ne olduğuna ya da BM Soykırım Sözleşmesi’ne göre neyin soykırım sayılacağına falan bakmıyor. Gerçeklerin ne olduğunu araştırıp anlama, somut vesikalarla tarihte yaşananları tespit etme gibi derdi olmayan politikacılar, siyasi rant için belli kesimlere çiçek dağıtmaktan, alıcısı bol olan söylemleri dile getirmekten çekinmiyor. Öyleyse, her ne kadar “bu işi tarihçilere bırakalım” söylemi mantıklı olursa olsun, mesele tarihte yaşananların anlaşılması olmadığı için, kabul edelim ki bize bir fayda sağlamıyor.

İşi siyasi bir tartışma olarak ele almak icap ederse de bu sefer kimin lobisi daha güçlü, kim bu propaganda için daha çok para ortaya koyuyor, kim daha fazla siyasetçiyi kendi tarafına çekebiliyor gibi hususlar gündeme geliyor. Ermeniler 50-60 yıldır soykırım diye dövünüp bu kapsamda binlerce kitap, film, etkinlik ortaya çıkarmışken, itiraf edelim ki biz haklılığımızı gösterecek faaliyetlerde sönük kalıyoruz. Ermeniler resmî tarihlerini “soykırım” üzerine inşa etmiş ve varlıklarını bunun tanınmasına odaklamışken, biz Türk milleti olarak bize yapılan mezalimleri ne kadar dile getirdik? Örneğin, Ermenilerin 1. Dünya Savaşı esnasında yaptığı katliamı bilen, milyonlarca Müslüman Türk’ün aynı dönemde katledildiğinden haberdar olan kaç kişi vardır ABD yönetiminde? Ermeniler büyük bir yalan atıp bunu on yıllardır ısrarla tekrar ederken, “bu iddialar temelsizdir, soykırım yalandır” demenin ötesinde şimdiye kadar acaba akılda kalıcı ne işler yaptık?

Soykırımın bir insanın işleyebileceği en büyük suç olduğunu, bu suçun tespitini ancak ve ancak mahkemelerin yapabileceğini, mahkemede ispat yükünün soykırım iddiasında bulunan tarafta olduğunu, Ermenilerin ise iddialarını delillendirmelerinin asla mümkün olmadığını; Ermenilerin de bunu bildikleri için hukuk yoluna gitmeyip konuyu siyasi arenaya çektiğini, meselenin hukukçular tarafından ele alınması hâlinde de Ermenilerin sesinin kesileceğini yeterince dile getirebildik mi? “Bu iş hukuki bir meseledir, mahkemede görüşelim” desek acaba bir etkisi olur muydu? Hukuk yolundan kaçacağı kesin olan Ermenilere, Uluslararası Adalet Divanı’nı işaret edip “ispatlamazsanız müfterisiniz” desek, Ermeniler ne yapardı? Belki de bundan sonraki süreçte meselenin hukuk boyutunu öne çıkarmak iyi bir fikir olabilir; buna kafa yormak gereklidir.

Bu noktaya nasıl gelindi sorusunun cevabı ise aslında şöyle: Biz Türkler suç işlememiş olmanın rahatlığıyla, masum olduğumuzu ispat etme ihtiyacı hissetmedik. Tarihte yaşadığımız acı ve katliamları, gördüğümüz ihanetleri unutup ihtişamlı zaferlerimize ve kudretli devletimize odaklandık. Ermeniler ise dişe dokunur bir tarihleri, başarılarla dolu bir mazisi olmadığı için “soykırım” yalanlarına dayalı bir resmî tarih söylemi geliştirerek hayali mağduriyetler üzerinden bir ulus inşa etmeye çalıştı. Onlar kendilerini alçaltıp bize iftira atarken, biz büyüklüğümüzden ödün verip onların seviyelerine inmedik. Biz birilerine hoş görünmek, birilerinden sadaka almak için onların maşalığını yapacak kadar gurursuz olmadık. Komşumuzdan toprak ve tazminat koparabilmek için iftira atmadık, gerçekleri gizlemedik, kimseye ihanet etmedik. Velhasıl biz, bize yakışanı yaptık; onlar kendilerine yakışanı...

Gelinen noktada, bir kişi daha “soykırım” demiş, “soykırım” yalanına inananların sayısı artmış, ne fark eder! Osmanlı’nın ve Türklerin masumiyeti, Ermenilerin ve Joe’ların müfteriliği bakidir.