Bir çekim eki insanı çekip alıyor bu temaşadan, vaktiyle şimdiki zaman hatta vaktin hükmünü vereni unutup geniş zamanla kurduğumuz cümleler, öznesini geçmiş zaman ekiyle uğurluyor...

Bir çekim eki insanı çekip alıyor bu temaşadan, vaktiyle şimdiki zaman hatta vaktin hükmünü vereni unutup geniş zamanla kurduğumuz cümleler, öznesini geçmiş zaman ekiyle uğurluyor... Zaman aleyhimize akıyor, biz zaman içinde akıyoruz; sınırları çekilmiş ömrümüzü sonsuz düzlükte yaşıyoruz, işte budur ömrümüzün temaşası... Bir saniye sonrasına hükmümüz yok, yıllar sonrasını düşlüyoruz... Saniyenin kıymetini ölüm perçinliyor, ayılmıyor vakti parçalıyoruz.

Çağın telaşesine akıyor zaman ki bu çağ, daha bi katili vaktin, biz bir nehir gibi akan ömrümüze yetişmeye çalışmayı yaşamak sanıyoruz, nefes nefeseyiz, ölüm soluklandırıyor ... Bir sela tanıdık seslendi mi, koşuşturmanın ortasında yığılıyoruz, derin bir nefes alıyoruz sonra külleri alevlendirecek bir soluk; giden kalanın ruhunu diriltecek bir nefes oluyor, giden kalanı acı ayıltıyor.

Ama bencilliğimiz dünyanın kârı “başın sağ olsun”a yüklüyoruz acıları, ölmediğimize şükrederek alıyoruz taziyeleri, giden gidiyor kalan benlik davasında yani ... Ölüm buz gibi hatırlatırken kendini, ölümü öldürüyoruz baş sağlığı dileklerimizle... Oysa ki “sen de öleceksin” daha bir taziyeperver, daha teselli dolu tabi korkunç geliyor tüm gerçekler gibi, ayılmak ne mümkün... Halbuki giden gittiği yerde bekleyendir, beklenen biz de sen sağ ol diyerek ölümle hayatın arasına uçurum koyuyoruz, daha da yıkıyor bu cümle kaybedeni, gideni daha bir uzaklaştırıyor, dünyaya saplanarak buluşulacak günü unutup ayrılık belliyoruz ölümü tüm maneviyattan azade...

***Biz, fani ömrü cazibeli kılıyor, asıl dirilişe ölüm diyoruz...

Sen sağ ol derken bir de, bencillik diliyoruz, sevgisizlik, samimiyetsizlik.. diliyoruz yani ölmesini diliyoruz çünkü insan yalnız kendini düşünüyorsa ölmüştür. Ölüm de haliyle utanıyor kendinden, yaşarken ölenleri gördükçe.. Bir insan nasıl ölür derseniz, işte tam böyle ... Yoksa ölüm bildiğimiz içimize ateş yakan bir diriliştir aksine, insan bedeni toprağa kavuştu mu değil, bedeni ruhu ile birken, ruhunu gönlünü vicdanını kapattı mı ölür, insan “ben” oldu mu ölür... Bedenin toprakla kavuşması ölüm değildir, göz görmeyince gönül katlanamasa da ruh anıldıkça yaşar, ruh ölümle dirilmiştir hakikate ve her yad edildiğinde seslenir ölüm sandığımız gerçek...

Bu gerçekliğe rağmen ertelemeyi huy edinenlere, bu curcunada vakti kaybedenlere, günlük telaşlarla kaybolanlara, samimiyetleri bıçaklayan selamlaşmaları bir mesaj kutusuna sığdıranlara, bayramları tatil bilenlere, büyüklerin kıymetini bilmeyenlere, sağken Atasının dizinin dibinde yetişmeyenlere, ölüme rağmen yaşamaktan bi haber yaşıyorum sananlara hatrı sayılır bir seda;

Bir gün ömrümüzün temaşasında, bir cümleye sığdıklarımızın adı rahmetle anılıp anıları geçmiş zaman ekine çekildi mi, elini öptüklerimiz öpmemiz için toprağından çiçek sundu mu, bu telaşeye bir soluk düşer ...

Şahidim ki; Her saniyeyi kıymet bilseniz, her vakti bir geçirseniz, her anı doldursanız da, ömrünüz Atanızın dizinin dibinde geçse de, sevdiklerinizin son nefesi ciğerlerinize oturduğunda aldığınız soluk bir ömrü sızlatıyor, hal böyleyken bu telaşede kayboluş ölenden çok öldürür. Ömrü hakkıyla yaşamak, ölümü yaşatmak, ölümden evvel kıymet bilmek, ölümün vuslatını anlamak, ölenin ve ölümün öğüdüyle yaşlanmak gerek, zira bu çağın temaşası yaşamak değil.

Yaşarken ölmemek dileğiyle hal beyanımız ...