Demokrasi’ ve ‘insan hakları’ kavramları günümüz siyaset ve devlet hayatının ayrılmaz parçaları haline gelmiş durumda. Batı siyasetinde egemen olmadan çok önce bile Türk devlet felsefesinde karşılığını gördüğümüz bu kavramlar, aslında Batı için yeni sayılır. Dahası, bu kavramlar felsefi bir tavır olmaktan ziyade Batı dünyasının oryantalist bakışını besleyen ve Doğu’ya yönelik hasmâne girişimlerine gerekçe olarak kullanılan bir araç halini de almış
durumda

Batı dünyasının “demokrasi getirmek” ya da “insan haklarının korunmasını sağlamak” maskesi ardına saklanarak iç savaşlara, darbelere ve iktidar değişikliğine giriştiğini defalarca gördük. Bu iki kavram öylesine istismar edildi ki, teröristler bile yeri geldiğinde “demokrasi havarisi” ilan edilebildi. Çıkarlarına ters düşen iktidarların sonunu getirebilsin diye terör gruplarının dahi desteklenmesinde sözümona demokratlar bir beis görmedi. Mısır’da olduğu gibi Demokratik seçimlerle halkın onayını alarak uzun süren bir diktatör rejimden sonra iktidara gelmiş Mursi bile, Batı’nın oyunlarıyla iktidardan düşürüldü ve dahası, bu meşru iktidar yerine yeni bir diktatör getirildi.

Türkiye de Batı’nın “demokrasi sevdası”ndan nasibini alan ülkelerden biri oldu. “ABD’nin çocukları” Eylül 1980’de darbe yapıp demokrasiye ket vurduğunda, güya Doğu blokuna karşı demokrasi ve insan haklarını savunan ABD askerî cuntayı memnuniyetle karşılıyordu. O dönemde sokakta birbirine düşman edilen, gencecik yaşta idam edilen gençler kimsenin umurunda olmuyordu. Batı’nın tepeden bakan tavrını Vietnam’dan Tunus’a Irak’tan Afganistan’a kadar kaos ve savaş görmüş her ülkede gözlemlemek mümkün.

Eski komünist diktatör ülkelerin çoğu liberal demokrasiye geçmiş, Çin bile liberal ekonomiyi benimsemiş ve Kuzey Kore gibi birkaç ülke hariç dünyanın büyük kısmı Batı’dan yayılan, yeri geldiğinde savaşla da olsa zorla ihraç edilen liberal demokrasiye kapısını açmış olsa da, Batı’nın “doğu toplumlarında demokrasi kendiliğinden yerleşemez” inancı halen kuvvetli. Batı’nın bir başka yanlış kanaati ise “Doğu toplumlarının tercihi demokratik olamaz” şeklinde özetlenebilir. Esasen bu algıların en derininde yatan saik ise “kendileri için en hayırlısına ulaşmaları bizim çıkarlarımızla ters düşer” inancıydı.

Batı dünyası, kendinden görmediği ama çıkarları için yakınında tutmak istediği bir ülkede Batı’nın çıkarlarına halel getirecek bir lider görürse, o liderin defterinin dürülmesi için her yol mubahtı. Süveyş Kanalını millileştirmek isteyen Cemal Abdülnasır’ın iktidardan uzaklaştırılmasını kendi çıkarları için şart gören İngiltere, Fransa ve İsrail’in işbirliği ile Mısır’la giriştiği savaş Batı zihniyetinin neler yapabileceğinin bir göstergesiydi.

Maalesef, Batı’nın genlerine işleyen bu zihniyetin hâlâ görünür olduğu bir gerçek. 100 yıldır Batı tarzı bir cumhuriyetle idare edilen Türkiye’nin dahi demokrasisine ve millî egemenliğine saygı duymayanlar, milletin rızasıyla işbaşında olan iktidara da milletin oylarıyla ihdas edilen hükûmet sistemine de çamur atmadan duramıyorlar. Üstelik bunu yaparken “demokrasi ve insan hakları” gibi kavramları istismar edip değersizleştiriyorlar. FETÖ ve PKK’nın söylediklerini “demokrasi” kisvesiyle dayatmaya, demokratik seçimlerle yönetim hakkını ve görevini almış iktidarı alaşağı etmek için dâhilî bedhahlarla çırpınıyorlar.

Bu çarpık zihniyetin ne olduğunu, nasıl çalıştığını görmek isteyenler için çok iyi bir örnek daha var artık elimizde. ABD’de yakın zaman önce kurulan “Türk Demokrasi Projesi”, Türkiye’de iktidar değiştirmeye hevesli çevreleri bir araya getirerek FETÖ’nün aklıyla Türkiye’yi karalamaya girişmiş durumda. Güya Türkiye’nin demokratikleşmesini arzulayan bu müptezellerin arasında terör ve darbe girişimi suçundan arananların da bulunması, ihanet şebekesinin hâlâ yurtdışında aktif olduğunu göstermekle kalmıyor, “demokrasi” adı altında millet iradesine başkaldıran hainlere kimlerin kucak açtığını da ifşa ediyor. Türk demokrasisine başkaldıran bu eski kafalı zümre, tam bir ironi örneği aynı zamanda.