Tarih, milletler mücadelesinin arenası…

Bu arenadan galip çıkmak her millete nasip olmadı. Kimisi boyunduruk altına girerken, kimisi de yerle yeksan olup, yok olup gitti.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra “yeni bir dünya sistemi”  kuruldu.

Sivil bir zaviyeden baktığımızda Mustafa Kemal Atatürk ve kadrosunun en büyük başarısı hiç şüphesiz genç Türkiye Cumhuriyeti’ni yeni dünyaya entegre etmiş olmasıydı.

Modern ama son derece vahşi olan bu yeni dünya sistemi içinde Türkiye yerini çok da kolay bulmadı.

Türkiye bir taraftan Birleşmiş Milletler ve NATO’nun önemli devleti olurken, bir taraftan da SSCB’nin katkılarıyla ağır sanayi fabrikaları kuruyordu. Soğuk savaş döneminde Türkiye’nin dış politikasının “denge” temelleri üzerine oturması boşuna değildi.

Esasen Cumhuriyetimiz Batılı devletler örnek alınarak kuruldu. Devrimlerin tek gayesi de biraz önce bahsettiğimiz yeni dünya sistemiyle Türkiye’yi bütünleştirmekti.

Böylelikle “Batı’nın her daim emperyal hedef olarak gördüğü “Doğululuktan” Türk milletini kurtarmak ve hedef menzilinden çıkarmaktı.”

Ama Türk milleti tüm değer yargıları, kökleri, kurumlarının işleyişi ve kültürel kodlarına kadar Şarklıydı.

Fakat bu Doğululuk hiçbir zaman bilinen “Arabi, Orta Doğulu, Berberi, Hintli veya Farisi bir Doğululuk” da değildi. Gökalp’in “Türk milletinden, İslam ümmetinden ve Garp medeniyetindenim” diyerek tarif ettiği uygarlık vasfımız, Batı’ya her zaman insanlığını öğretecek dirayet ve direnişte kendini gösteriyordu.

“Vahşi Batı medeniyetinin” hem içinde hem de karşısında gösterilen bu dirayet, Türk milletini her zaman zinde tuttu. Bazen Garp karşısında tek başına bırakılan Türk milleti, kendi içine dönerken maneviyatını; saldırılara maruz kalırken de varlık şuurunu kuvvetlendirerek çevresiyle ve Türkistan kökleriyle bağlarını sağlamlaştırdı.

Eh, bu durum “sömürgen Batı”nın gözünden de kaçmadı. Türkiye Doğu’nun medeniyet yıldızı olma potansiyelini gizleyemedi. Batı üzerimize geldikçe Türkiye bazen alttan alta, bazen de açıktan açığa celadetle hükmünü ortaya koydu.

Johnson’ın 1964’te yazdığı mektuba cevabımız, 1974 Kıbrıs Harekâtı’mız, Irak ve Suriye’ye yaptığımız sınır ötesi operasyonlarımız, Libya ve Mavi Vatan çıkışlarımız aslında çarklarından biri olduğumuz dünya sistemine karşı Türkçe bir itiraz içeriyordu.

Birçok badire, kıskaç, siyasi taarruz, ambargo, terör, mezhepçilik tartışmaları ve ihtilalleri ardı ardına yaşayan bu ülke, yüzüncü yılına kolay girmedi.

Sonunda da kılıçlar çekildi!

Şimdi cihat meydanının tam ortasındayız. Ve yıl 2023.

Her meydan muharebesi kendine, dönemine has silahlarla yapılır. Örneğin siz Fransızlar gibi 1. Dünya Savaşı’ndan kalma Maginot hattında Almanları beklerseniz, Nazilerin önce uçaklarıyla üzerinizden geçerek sonra da tanklarıyla bedenlerinizi ezerek Paris’te çay içmesini engelleyemezsiniz.

Yani her savaşta çağı kavramak, karşımızdakilerin zaten ahlaktan mahrum girişimlerine ve her türlü sömürgeci tavrı ile tevhit eden hilelerine de göğüs germek zorundasınız.

Bunun içine Ali Kemalleri, Peyami Sabah gazetelerini ve daha birçok gaflet ve dalalet içinde olanları da eklediğinizde durumun çok vahim olduğunu görürsünüz.

Çünkü artık Garp’ın afakı sadece çelik zırhlı duvarlarla değil, ekonomik, medyatik, bürokratik, diplomatik, psikolojik ve dezenformasyona dayalı silahlarla çevrili. 

Bu noktada sadece siyasi bir lider olarak değil, devleti kuran ve yaşatan Türk milliyetçiliği fikrinin yeni dönemdeki hem teorisyeni hem de yürütücüsü olarak tarihe adını yazdıran Lider Devlet Bahçeli Beyefendi’nin milli meseleler üzerindeki kemal-i ciddiyetine dikkat kesilmeliyiz. Bütünü korumak için verdiği mücadeleye!...

Onun bilhassa her türlü dâhili ve hârici saldırıya karşı “iç cephemizi” yani milli direniş damarımızı daima teyakkuzda tutma gayretini iyi anlamalıyız.

Evet, yıl 2023

Yer: Anadolu yaylası. Vahşi-sömürgen Batı ile göğüs göğse çarpıştığımız derin savaşın tam da orta yeri.