Sevinerek ifade etmeliyiz ki Doğu Akdeniz’deki millî menfaatlerimizin korunmasında kısa zamanda çok önemli adımlar atılmıştır. Ancak, kritik önemi haiz bu konudaki uzun süreli sessizlik alam verici nitelendirilmeli ve stratejik konulardaki bilinç, farkındalık ve iş birliği yeteneğimiz arttırılmalıdır. Millî meselelere bütüncül yaklaşılmalı, konuların doğasına göre filanca kuvvet komutanlığı veya bakanlık münhasıran o konuyla ilgilenme konumunda bırakılmamalıdır.

Doğu Akdeniz problemi nedir, neden vardır, tarihî altyapısı nasıldır gibi soruları ele almadan önce tarihî bir başka sürekliliğe dikkatinizi çekmek isterim. Bu yazının konusu da bu süreklilik olacaktır. O da Akdeniz’in ve Ege’nin Türk’e yasaklanmasına yönelik çabadır. Bu çaba, emperyalist Batı’nın sergileyegeldiği yırtıcı yağma politikası genel senaryosunun yalnızca yeni bir sahnesi, güncel bir yorumudur. Bu emperyalizmle yalnız biz Türkler mücadele etmiş değiliz, fakat hâlihazırda kolonyal ve Avrupa-merkezci bir politika yapım modalitesi ile fazlasıyla muhatap olmaktayız.

Bizim varlığımızın bu coğrafyada sorgulanması yeni bir şey değildir. Daha önce de bağımsızlığımıza ve vatanımıza kastedenler olmuş, Anadolu işgal edilmek istenmiştir. Türk Boğazlarına ilişkin saldırgan Avrupa politikaları bu devamlılığı bizlere hatırlatır. Yine, uluslararası desteği arkasına alan Yunanistan’ın Türkiye karşısında toprak ve deniz alanlarını genişletme çabası da bu devamlılığın bir ürünüdür.

Görünen köy kılavuz istemezmiş. Karşımızdaki topluluğun amacı denize kıyısı olmayan, stratejik önemi haiz kaynaklar üzerindeki iddiası zayıflatılmış veya yok edilmiş bir Türkiye’nin ortaya çıkarılması ve dolayısıyla her türlü etki ve tedibe açık hâle getirilmesidir. Türkiye’yi elindeki stratejik unsurları koruyamamış, Ege ve Akdeniz’e çıkışı engellenmiş bir ülke olarak görmek isteyeni hiç de az değildir. Demek oluyor ki Türkiye Cumhuriyeti, karşısında duran tablonun yeni olmadığı bilinciyle, tarihî müktesebatına dayanarak kapsamlı stratejiler geliştirmek ve uygulamakla yükümlüdür.

Tam da bu noktada devletimizin, uluslararası hukuk konularını da bir siyaset girdisi olarak kullanmaya alışması, uluslararası hukuk terminolojisi içinde siyasetini inşa edebilmeyi başarması bir zorunluluktur. Uluslararası hukuk, günümüzde anlaşıldığı ve uygulandığı şekliyle bir Avrupa ürünüdür ve uzun yıllar boyunca Avrupa emperyalizminin meşrulaştırıcısı olarak kullanılmıştır. Dolayısıyla, uluslararası hukuk kategorileri yaratılması yoluyla siyasal kazançlar elde edilmesi tamamıyla “Avrupalı” bir tutum ve deneyimdir. Kendi tarihî gelişimi içinde belli bir devlet tipolojisi geliştiren Avrupalı devletler, sonrasında kolonize etmek istedikleri coğrafyalarda meskûn topluluk ve milletleri, sırf kendi devlet tipolojisine uymadıkları bahanesiyle görmezden gelmiştir. Roma hukukunun eşya hukuku gibi özel hukuka dair alt kavramlarını uluslararası alana teşmil ederek yeni kamusal kategoriler yaratmış olan bu devletler, sonrasında karşısındaki “bir şeye benzetemedikleri insanların” zenginliklerini sırf bunlar terra nullius yani “sahipsiz toprak” oldukları için sömürmüş; kıtaları cetvelle bölmüş ve parçalamıştır. Ancak aslında ne o topraklar sahipsizdi, ne de siyasal organizasyon yoksunuydu. “Toprak sahipsizliği”ni, Avrupai bir hukuksal şekle indiren Batı, yerli millet ve toplulukları kendisine denk görmemeyi tercih ederek yoluna devam etmiştir. Burada Batı’nın bilinçli bir çaba ve tercihi ile karşı karşıyayız.

Burada, zenginlikleri kendi ülkesinde biriktirmek isteyenlerin hukuk gibi ulvi anlam ve amaçları çağrıştıran kavramları politize etmesi ve kullanması söz konusudur. Bu sehven yapılmamıştır; kasti bir politika tercihi olarak şekillenmiştir. Hukuki kategorizasyonlar yaratılması yoluyla siyasal amaçların gerçekleştirilmesi azalmamış, bilakis zaman içinde daha da kuvvetli bir eğilim hâline gelmiştir.

Bu nedenle, siyasal meselelerin hukuksal boyutları ihmal edilmemeli; millî konuları hukuksal boyutuyla inceleyen merkezler kurulmalıdır. Bu konularda sağlanabilmiş az sayıdaki eş güdüm sonucunda hiç de fena olmayan sonuçlara ulaşıldığı memnuniyetle görülmüştür. Doğu Akdeniz bunlardan yalnızca bir tanesidir. Kıbrıs, Libya, Suriye, Azerbaycan gibi mühim başlıkların hepsinde uluslararası hukuk Türkiye Cumhuriyeti Devleti için önemli fırsatlar yaratmaktadır.

Gelecekte dış politika tasarımlarımızın başarıya ulaşması, politikalarımızı hukuki dile yansıtmadaki yeterliliğimizle orantılı olacaktır.