ZİYA GÖKALP’İN EĞİTİM HAYATI - 11

Diyarbakır Valisi Halit Paşa, hürriyetçilere büyük baskılar uyguluyordu. Vali ile mücadeleye giren genç Ziya ve arkadaşları, Halit Paşa’yı telgrafla İstanbul’a şikayet etti. Bunun üzerine Vali de, Ziya ve arkadaşlarının ev ve dükkanlarını arattı. Aramalarda ‘zararlı belgeler’ ve ‘yasaklı kitaplar’ bulundu. Genç Ziya tutuklanarak, hapse atıldı.

22 ARALIK 1893’te aynı okulu bitiren merhum Mehmet Akif Ersoy’un da ilk mezunlarından olduğu, dört yıllık olan Mülkiye Baytarlık Mektebi, Ahırkapı’daki sivil Tıbbiye Okulunda açılmıştı. Burada gündüzlü olarak iki yıl okuyan ilk veterinerlik öğrencileri, 1891’de inşaatı tamamlanan Halkalı’daki okula geçtiler ve kalan iki yılı da yatılı olarak burada okudular. Mülkiye Baytar Mektebi öğrencisi Mehmet Ziya, okuma merakını bu yıllarda da kaybetmemiş, felsefe ve sosyoloji okumaları olarak daha da geliştirmiştir. Artık 20 yaşındadır ve çoğu felsefe olan Fransızca eserler okumaktadır. Kendisinin okula girişinden (1895) iki yıl önce (1893) aynı okulu bitiren Mehmet Akif (Ersoy), “Bizde felsefeyi hazmetmiş adam arama… Ben Baytar Mektebinde talebe iken Diyarbekirli Ziya vardı, yalnız o, felsefeden okuduklarını anlardı” diyor.

İlk sene ders yılının sonunda, akrabalarının zorlamasıyla tatilini Diyarbakır’da geçirmeye karar veren Ziya, gönderilen yol harçlığını, yerini 1889’da İttihat ve Terakkiye bırakacak olan “İttihad-ı Osmani Cemiyetine yardım olarak verince memlekete gidemedi. Bu sırada amcası Hacı Hasip Efendi, tek evladı Vecihe Hanım ile yeğeni Ziya’nın evlenmesini vasiyet ederek vefat etti (1887 başları). Mektebin üçüncü senesinde öğrenci iken (1898) genel bir arama sırasında, zaten (aşağıda anlatacağımız) şüpheli hareketleri ve ilişkileri yüzünden dikkatleri üstüne çeken Ziya’nın dolabında bulunan Fransızca eserler onu okuldan atılma tehlikesi ile karşı karşıya getirir. Bazı hocalarının yardımı ile bu ceza uygulanmaz. Fakat artık göz hapsindedir.

VALİ HALİT PAŞA’DAN HÜRRİYETÇİLERE BASKI

Aynı yıl yaz tatilinde Diyarbakır’a geldi. Burada daha önce arkadaşlarının mektuplarından şikâyet ettikleri Vali Halit Paşa’nın hürriyetçilere gerçekten büyük baskılar uyguladığı, müstebit idaresi ile halkın da nefretine sebep olduğunu gördü.

Vali ile mücadeleye girişen Mehmet Ziya, bu mücadelede daha sonra “Deli İbrahim Paşa” hadisesinde iki kere başvuracağı “telgraf” eylemini gerçekleştirmiştir. Çekilen pek çok telgrafla Vali Halit Paşa İstanbul’a şikâyet edildi. Bunun üzerine Vali de Ziya ve arkadaşlarının evlerini arattı. Ziya’nın ve içlerinde esnaf da olan arkadaşlarının ev ve dükkânlarında “zararlı belgeler” ve “yasak kitaplar” bulundu. Aslında Vali daha önce Diyarbakır Mülki İdadisinde yaşanan “milletim çok yaşa” olayında Ziya’nın rolünü de tespit etmişti. Ziya tutuklandı. Daha sonradan Dicle gazetesinde yayımlanan 16 Eylül 1898 tarihli Diyarbekir Merkez Sorgu Hâkimliği 159 numaralı kararnamesine göre; “gündüz Mihri ve Hakkı Efendilerin dükkânları, geceleri de Ziya Efendi’nin evi toplanma merkezi yapılarak zararlı evrak ve yasak kitap okudukları, bunların bir cemiyet (örgüt) olduğu” tespit olunmuştur. Ayrıca Vali Halit daha evvel gerçekleşen ve ön eki vali tarafından örtbas edilen “milletim çok yaşa” olayını da haber almış, idadi müdürü ile maarif müdürünü de vazifeden alarak hapsetmiştir.

Soruşturma sonunda, “ellerinde bulunan zararlı evrakı hükümet-i seniyyeye teslim etmeyerek ellerinde saklama ile birbirleriyle alıp verdikleri” sabit görülerek mahkemeye sevk edildiler. Bir süre tutuklu kaldıktan sonra Bidayet Mahkemesi tarafından serbest bırakıldılar. Mahkeme tutuksuz devam edecekti.

GENÇ ZİYA TEKRAR İSTANBUL’A DÖNÜYOR

Böylece, Diyarbakır’daki “gizli cemiyet” daha doğru dürüst kurulamadan dağılmış oldu. Ziya okuluna devam etmek için İstanbul’a döndü. Ancak zaten öğretimin başlamasından sonra ulaşabildiği İstanbul’da onu bir sürpriz bekliyordu. Vali Halit, Diyarbakır’da olanları İstanbul’a rapor (veya jurnal) etmiş, durumdan okul idaresinin de haberi olmuştu. İdare, bir hafta sonra, hakkında açılan soruşturma sebebiyle Ziya’ya okula girmemesini bildirdi. İdarenin tebliğine göre, hakkında “ihbar ve takibat” vardır. Sonucu ramazandan (13 Şubat 1899) sonra belli olacaktır.

Bu dönem Ziya için yeni zorlukların, yeni çilelerin başladığı bir dönem olacaktır. Tutuklamalar, sürgünler, polis (zabtiye) gözetiminde yaşamak onun kaderi olacaktır. Elbette hayatındaki her zorlu dönem onun için nasıl yeni bir ufuk açmış ise bu dönemde yaşadığı sıkıntılar da onu hayata daha güçlü bir şekilde hazırlayacaktır. Ya da Ziya zorlukları kendi kişiliği ve düşüncelerinin olgunlaşması bakımından “fırsata” çevirecektir. Yatılı okula alınmayan Ziya Gökalp, kelimenin tam anlamıyla sokakta kalmış ve beş parasız bir hürriyetçidir. Yarı aç, tok gezdiği, bazı zamanlar güneş doğana kadar dolaştığı, parklarda barındığı olur. O sırada teğmen olan kardeşi Nihat Bey’in yardımıyla evvela Sirkeci’deki salaş otellerde kalır, sonra Mahmutpaşa’daki Kırım Oteline yerleştirilir.

Bu ağır şartlar altında yaşayan genç hürriyetçi Ziya’nın psikolojisi tahmin edilebilir. Padişaha ve mevcut yönetime karşı büyük bir tepki ve kızgınlık içindedir. Nitekim arkadaşı ve akrabası Ahmet Cemil’e (Asena) yazdığı mektupta içini döker. İçinde padişah aleyhinde zehir zıkkım ifadeler bulunan mektup, Diyarbakır’da ele geçirilir ve İstanbul’a gönderilir. Ziya tutuklanır (Mart 1899).

Kendisini otelde bulamayan kardeşi Nihat Bey hafiyeler tarafından götürüldüğünü öğrenir ve kurtarma teşebbüsünde bulunur. Başaramaz, hatta izini de kaybeder. Uzun aramalardan sonra Taşkışla’da tutuklu olduğunu ve dokuz aydır bir kere mahkemeye çıkarıldığını ve kendisine Ahmet Cemil’e yazdığı mektubun manasının sorulduğunu öğrenir. Ziya kendisini savunmamıştır. Bir yıl hapsine ve sonrasında da memleketi Diyarbakır’da polis (zabtiye) gözetiminde bulundurulmasına karar verilmiştir. Ziya Gökalp, tutuklandıktan sonra bir süre Zabtiye tutukevinde kalmış, sonra Taşkışla’ya götürülmüş, buradaki dokuz aydan sonra iki ay da Mehterhane’de (Sultanahmet Cezaevi) yatmıştır. Kendisi “Felsefi Vasiyetler-III., Pirimin Vasiyeti” isimli makalesinde o günleri şu şekilde anlatmaktadır:

“316 senesinin on ayını Taşkışla’da geçirdim. Askerle dolu bir koğuşun elbise deposu içinde geçen bu on aylık itikaf hayatı (bir yere kapanarak yalnızca ibadetle meşgul olmak), beni ruhî buhranlarımdan ebedi surette kurtardı. Taşkışla’dan Mehterhane’ye, oradan da Zabtiye Tevkifhanesi’ne naklolundum. Burada, Naim Bey isminde bir ihtiyar inkılâpçıya rastgeldim. İstanbul’un kibar bir ailesine mensup olan bu ihtiyar da siyasi bir meseleden dolayı Zabtiye Nezareti’nde mevkuf (tutuklu) bulunuyordu. Orada kaldığım müddetçe hep bu nurlu ihtiyarın mefkûreli, ümitli ve hazlı sözlerini dinledim…”

CEZAEVİNDE TEK İSTEDİĞİ, KİTAP OKUMAKTI

Yaklaşık 10 aylık cezaevi hayatının Ziya Gökalp’e çok büyük sonuçları olan etkiler yaptığı veya onun buradaki mahrumiyeti “kazanca” çevirdiğini biliyoruz. Ziya, fikri ve siyasi hayatına etki eden önemli dersler alarak cezaevinden çıkacaktır.

Öncelikle, hapishanede çok yalvardığı halde kendisine kitap verilmemiş, sadece Kur’an-ı Kerim okumasına müsaade edilmiştir. Bu süreyi bir “itikaf hayatı” (bir yere kapanarak yalnızca ibadetle meşgul olmak) olarak tarif eden Gökalp, bu hayatın kendisini “ruhi buhranlarından ebedi surette kurtardığını” ifade etmektedir. Birinci kazancı budur. İkincisi, Naim Bey ismindeki “ihtiyar inkılâpçı” dan dinledikleri ile siyasi hayatı bakımından ilerideki karar ve çalışmalarının yönlendirilmesidir. Onun bundan sonraki hayatını şekillendirdiği için aşağıya aynen alacağımız “Pirimin Vasiyeti” başlıklı makalesinin konusunu teşkil eden bu yönlendirme pek çok bakımdan önemlidir.

Naim Bey’in bir “vasiyet” olarak kabul ettiği görüşlerine göre, meşrutiyet bir gün mutlaka ilan edilecektir. Ama bu gerçek bir meşrutiyet olmayacaktır. Çünkü “milletimiz uykudadır.” Bu yüzden bu meşrutiyet de uzun sürmeyecektir. Ama bu devre içinde mebuslar suiistimal, gazeteler şantaj yarışına girecekler; müfritler en canlı geleneklere bile saldıracaklar, “ittihat-ı İslam” istekleri çoğalacak, bunu bahane eden İngilizler Saray’dan Meclisin kapatılmasını isteyecekler, bir sabah “irade-i seniyye” ile Meclisin kapatıldığı duyurulacaktır. Ama buna üzülmemek lazımdır. Ancak bu meşrutiyet devam ettiği sürece bir şeye dikkat etmek lazımdır: Basın hürriyetinden yararlanarak uyuyan milleti uyandırmak, yani istikbaldeki hedeflerini, gayelerini öğretmek…

Naim Bey, bu hedefleri gösterecek düşünce adamlarının bulunmadığını da ekleyerek, Ziya gibi gençlerin okuyup, araştırıp düşünerek, millete hangi fikir, duygu, idealleri telkin etmek gerektiğini bulmalarını ister. Meşrutiyet ilan edilince hangi programı tatbik edeceklerini bilmelidirler. Meşrutiyet ilan edilir edilmez de bir gazetenin başına geçerek, hedefleri, mefkûreleri, ilkeleri hiç durmadan, hiçbir dikkatli olma endişesine kapılmadan yazmak ve “millî programı” basılı sayfalara geçirmek gerekir. Zamanında okunmasa bile (ki okunmayacaktır) daha sonraki devirlerde bu millî mefkûreler milleti uyandıracak ve millet hürriyet ile meşrutiyeti kendi çalışmalarıyla yeniden üretecektir. Gerçek meşrutiyet de budur.

İhtiyar ihtilalci Naim Bey, Ziya’dan “vasiyetini tutacağına dair” söz alır. Ziya da “bu arif insanı” kendisine “pir” kabul eder. Kendi ifadesi ile felsefi ve fikri anlamda görüş ve önerilerini “vasiyet” olarak kabul ettiği üç önemli insandan biri olan bu Naim Bey hakkında; cezaevinden “ayrılacağım gün beni bir tarafa çekerek şu sözleri söyledi” diyerek Ziya Gökalp “vasiyeti” anlatmıştır. Gökalp’in hayatında çok önemli olan, bugün de Türkiye’nin modernleşmesi, demokrasisi bakımından çok önemli mesajları içeren Naim Bey’in vasiyetini buraya aynen alıyoruz:

“Deli Petro’nun milletine karşı bir vasiyeti olduğu gibi, benim de milletimden olan bütün gençlere ait umumi bir vasiyetim var. Birkaç senedir ki, hangi gence tesadüf etsem, bu vasiyetimi tebliğ ediyorum. Bunların içinde yalnız bir tanesi vasiyetimi hakkıyken ifa edebilse, benim mezarda ebediyen mesut olmam için kâfidir. Ben, vatanımda meşrutiyetin bir gün mutlaka ilan edileceğine kaniim. Nasıl istihsal edileceğini (sağlanacağını / yapılacağını) bilmem. İhtimal ki, şimdiki hükümdar vefat edince yerine geçen zat, milleti memnun etmek için, zaten mevcut olan kanun-ı esasiyi kendiliğinden tatbik edecektir. Ben ihtiyar olduğum için, o güne kadar yaşayabileceğimi zannetmiyorum. Fakat eminim ki, siz o devre yetişebileceksiniz.

Yarın: Bu hakiki bir meşrutiyet olmayacak.