Elimde, soru cevap şeklinde hazırlanmış “Livaneli’nin Penceresinden- Batı’nın kibri ile Doğu’nun cehli arasında” adlı kitap… Daha ilk fasılda “Kabilenin içinden kabileye karşı düşünmek” başlığında şöyle bir iddia:

“Bizim halk sözlerimizde aradım, taradım düşünmek üzerine iyi bir söz söylenmemiş…”

Devam ediyor, “Düşünüyorum, öyleyse varım” diyen bir kültürün karşısına düşünceyi olumsuzlayan bir yaklaşımla çıkamazsın.”

Zülfü Livaneli, iyi bir müzisyen, kendi üslubunu kurmayı başarmış bir edebiyatçı olarak keşke kestirme hükümlere başvurmasa.

Belli ki Türk halk kültürünü yeterince aramış, taramış da değil. Ne yazık ki bazı kestirme görüşleri yüz yıl önce Ömer Seyfettin’in “Efruz Bey” tiplemesiyle anlattığı “aydın eklektizmini” çağrıştırıyor.

Öncelikle Fransız düşünür Rene Descartes’ın on yedinci yüzyılda felsefesine eşik yaptığı, “Cogito ergo sum” yani düşünüyorum, öyleyse varım cümlesi halk sözü değildir? Bu söz, kilisenin kalıplarından çıkmak yolunda bilgiyi şüpheyle çelikleyen yönteme dayalı düşünüşün karşılığıdır. Ayrıca Descartes, düşüncenin kaynağının Tanrı olduğunu söylediği için de başta Karl Marks olmak üzere materyalistlerce az eleştirilmemiştir.

Descartes, bir elittir, aydındır. Bu sebeple düşünmeyi olumlama, halk dağarcığında yok Dekart’da (Batı’da) var demek, benzer olmayanların mukayesesidir ki o zaman biz de Descartes’tan altı asır önce düşünmeyi olumlayan başka bir aydını misal verebiliriz: Yusuf Has Hacip!

Hacip, “Kutadgu Bilig”de, “Sözü güzel ve iyice düşünerek söyle” der ki bu söz hâlâ Anadolu’da “İki düşün bir söyle” şeklinde kullanılır. Bunun şiirsel kullanımı da şöyledir:

“Düşüne düşüne görmeli işi, sonra pişman olmamalı kişi...”

Hani halk kültüründe düşünmeyi olumlama yoktu?!!

Aslında düşünmek zihnin kapısını aralamaya yarar, o aralıktan erdem de görünür, cehalet de. Nitekim İbn-i Sina yaklaşık bin sene önce, “Düşünmek bilmek değil, bilmeyi istemek demektir” demiştir.

Livaneli’nin aynı fasılda düşünmeyi olumsuzlama örneği olarak verdiği, “başını sıcak tut, ayağını serin, düşünme derin...” deyimi ki doğrusu, “ayağını sıcak tut, başını serin, düşünme öyle pek derin derin”dir ve umarız bu bir yazım hatasıdır; aksi durumda halkın kültürüne nasıl da yabancı kalındığının bariz fotoğrafı olarak tarihe geçer. Ayrıca apaçık olan bu deyimi, düşünceyi olumsuzlamaya yorup mesela halk tababeti açısından ele almamak hem komik hem de şaşırtıcıdır. Gerçekte bu deyim marifetiyle halk, Asya’dan Anadolu’ya taşıdığı tababet hünerini dile getirmiş, aslında karamsarlıktan, umutsuzluktan, saplantıdan uzak dur anlamında çoğunlukla psikiyatrların kaygı bozukluğu teşhisiyle yeşil reçete ilaç yazdıkları bir hâli veciz şekilde anlatmıştır. Ayrıca modern tıp açısından da ayağın üşütülmemesi gerektiği, başın ise ağrıdığında buzla kompres yapılması tavsiye edilir ki düşünmeyi olumsuzladığı iddia edilen halkın binlerce yıldır tababet birikimine sahip olduğu gerçeği ortaya çıkar.

Düşünmek bilgi ile ele alındığında değer ifade eder. Descartes’ın de işaretlediği de budur. Bilgisiz düşünmek, Rodin’in “Düşünen Adam” heykelindeki hasta insan formunu çağrıştırır ama düşüncenin bilgiyle yolculuğu bizi erdem ülkesine götürür ki burada karşımıza yine bin yıl önce kaleme alınmış Divan-ı Lügati-t Türk eseri çıkar:

Tanrımı överim ben,
Bilgiyi yığarım ben,
Gönlümü bağlarım ben,
Erdem ile dürülür.

Nitekim kitabın yazarı Kaşgarlı Mahmut’un, Orta Asya’daki Türk topluluklarından derlediği yüzlerce deyimden biri olarak “Erdemin başı dildir” cümlesi, düşüncenin kapısından süzülen ve erdeme yol alan sözel dağarcığımızın kudretini simgelemesi açısından dikkat çekicidir.

Aydına düşen görev belli bir klişeyle bu kolektif cevheri yaftalamak değil, tanımak olmalıdır.

İnsanlık tarihi binlerce yılı geride bıraksa da bize kalan kültürdür, medeniyettir. Halkını, milletini, kültürünü yakından tanıma, içselleştirme yoluyla hâlâ savaş naralarının atıldığı çağa yaşanmış olanın bilgeliğiyle yeni üsluplar sunabiliriz.

Günümüzde gösteriye dayalı, çevrim içi bireysellik, bir furya hâlinde bütün dünyayı sarıp sarmalasa da sadece düşünen değil, düşünme yoluyla erdeme, fikre, senteze ulaşma kabiliyetini koruyan aydına hâlâ çok iş düşmektedir.

Yani umut hâlâ bilende, anlayanda, içinde yaşadığı toplumu tanıyan aydında.

Keşke bunları da düşünebilsek... Keşke!