ABD’nin büyük tantanalarla “DAEŞ’i yok ettik, çekiliyoruz” şeklindeki açıklamaları, uluslararası toplantılarda BM gözetiminde bir anayasanın hazırlanacağının duyurulması gibi gelişmelerle, Suriye’deki savaşın sonuna yaklaşıldığı yönünde iyimser bir hava yayılmaya başlanmıştı. Ancak, gelinen noktada Suriye krizinin çözümüne daha çok uzun bir zaman gerektiği yönünde bir algı oluşuyor. Bunda en büyük sorumluluk, Esad rejimine ait. Rejimin İdlib bölgesine düzenlediği saldırılar, son günlerde İdlib’in giderek ağırlaşan bir sorun alanı halini aldığına işaret ediyor.

İdlib Gerginliği Azaltma Bölgesine yönelik Esed rejimi ve destekçileri tarafından 26 Nisan-7 Mayıs tarihleri arasında düzenlenen saldırılarda 108 sivilin hayatını kaybettiği belirtiliyor. Bu süre zarfında, 130 bin sivilin evlerini terk ederek İdlib'in kuzeyindeki sığınmacı kamplarına göç ettiği de gelen son haberler arasında. Bu tablo, İdlib özelinde ciddi bir sorunun yaşandığına delalet etmenin ötesinde, Esad rejiminin çelişkili tavrını da ortaya koyuyor.

Esad rejimi, defaatle toprak bütünlüğünün korunması talebinde bulunmuş, hatta Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatlarını eleştiren Şam, bu operasyonların “egemenlik alanlarının ihlali” olduğunu savunmuştu. Türkiye’nin yaptığı terörü imhaya yönelik operasyonlarını kendisine karşıymış gibi çarpıtarak, Türkiye aleyhine bir kampanya bile yürütmeye teşebbüs etmişti. Oysa Türkiye, acziyet içindeki Suriye devletinin asli görevi olan güvenlik ve asayişi sağlama noktasındaki eksikliği gördüğü için, masum sivillerin hayatını kurtarmak, terörden mustarip bölgenin PKK ve DAEŞ tasallutundan kurtulmasını sağlamak için oradaydı. Türkiye, ABD veya Rusya gibi dışarıdan gelen ve sadece kendi çıkarlarına çalışan bir güç olmadığı gibi, komşusundaki yangını söndürmeye çalışan iyi niyetli bir dosttu. Buna rağmen Türkiye, Esad tarafından yersiz bir şekilde tenkit edilmişti.

Türkiye’nin sınırının ötesine geçip insanlık ayıplarının giderilmesi, sivillerin korunup kollanması ve insanlık suçları işlemekte birbiriyle yarışan terör örgütlerini kaynağında yok etmesi esasen rejimin egemenlik iddiası açısından olumlu sonuçlar doğurdu. Türkiye, o toprakları işgal edecek değil, aksine o toprakları terörden arındırıp aslı sahiplerine teslim edecekti. Nitekim öyle de oldu. Ancak, Türkiye’nin Rusya ve İran’la birlikte Soçi’de vardığı mutabakat uyarınca çatışmasızlık alanı olarak belirlenen bazı yerlerde, Türkiye’nin muhatapları tarafından yeterli özenin gösterilmediği görüldü. Halep’te ve Guta’da yaşanan trajediler herkesin aklında derin izler bıraktı.

Son zamanlarda İdlib’te yaşananlar özensizliğin ötesinde, ahde vefa sorununu gündeme getiriyor. Zira, İblib’in Suriye toprağı olduğu ne kadar tartışmasızsa rejimin, Rusya ve İran’ın Türk askeri birliklerinin de bulunduğu İdlib’in güvenli bir yer haline getirilmesi için üstlendikleri yükümlülükler olduğu da bir gerçek. Geçtiğimiz günlerde Türk gözlem noktasının yakınına bir füze düşmüş olması, Suriye halkının güvenliği için orada bulunan Türk askerlerinin güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya kalabileceğini gösteriyor.

Hal böyle olunca, Türkiye’nin Soçi mutabakatında ve Astana sürecinde ortaklık ettiği ülkelere İdlib konusunda daha dikkatli davranmalarını isteme hakkı ortaya çıkıyor. Türkiye’nin Suriye’de gösterdiği iyi niyetin mütekabiliyet gereği aynen görmeye hakkı olduğunu söylemeye gerek dahi yok. Esad’ın ve Rusya’nın tek taraflı bir şekilde İdlib’te orantısız güç kullanması hem insani trajedinin boyutunu büyütüyor hem de sorunun çözümünü daha da zorlaştırıyor.

Önümüzdeki dönemde İdlib, Suriye’de daha da çok gündeme gelecek gibi. Esad rejiminin “egemenlik” iddiasıyla İdlib’e saldırması, ister istemez, Fırat’ın doğusu egemenlik alanınız değil mi sorusunu akıllara getiriyor. Esad’ın egemenlikten ne anladığını yakında daha iyi göreceğiz.