JAPONYA’da gerçekleşen G-20 Zirvesi sona erdi. Sonuç bildirgesi malumun ilanı oldu: Küresel ticaretin zayıflaması, sermaye hareketlerindeki durgunluk, jeopolitik ihtilafların giderilmesi ve daha fazla iş birliği yapılması..

Zirvenin en renkli siması beklendiği gibi Trump oldu. Trump bu defa “iyi polis” kıyafetiyle dünyanın karşısına çıktı. Özellikle Türkiye’ye yönelik yaptığı açıklama ilginçti. Adeta Türkiye lehine çalışan bir lobi yetkilisi gibi konuştu:

“-Türkiye haklı, bizden ‘Patriot’ istediler, vermedik; onlar da gidip Rusya’dan aldı.” Bu çıkışın ardından ‘Amerikan Kongresi’nin tutumu merak konusudur. Zira kongre, Anglosakson demokrasisinin karakteristik örneği olarak fazlasıyla lobilerin tesirinde ve Trump’ın bu noktada işi kolay değil.

G-20, siyasetten çok ekonomi temeli üzerine kurulu bir yapı; yazılı kuralı, kaidesi, sekreteryası, adresi yok. Ama 2008’den bu yana dünya ekonomi politiğinin en önemli enstrümanlarından biri. Dünyanın en güçlü yirmi ekonomisinin üst düzey temsilcisinin bir araya geldiği toplaşma sadece ekonomik değil siyasi anlamda da bir tablo ortaya koyuyor. Örneğin, Fransız Devlet Başkanı Macron, zirveye katılmadan önce Paris’te, toplantının AmerikaÇin ihtilafıyla meşgul edilmemesi gerektiğini ifade etmişti. En başta Amerika’yı hedef alan Paris İklim Anlaşması’ndan küresel gerilimi arttıran savaş seçeneğinden uzak durulmasına kadar bir dizi talebi vardı. Fakat Trump, Macron’la bir araya gelmedi. Amerikan Başkanı ilginç bir şekilde Türkiye-Rusya-Çin ile daha sıcak temaslar kurdu. ,

Macron ile Trump arasındaki soğukluk, buzdolabından derin dondurucu aşamasına yükselmiş gibi. Amerika ile Fransa arasındaki gerginlik “batıya karşı batı” tezimizi pekiştiriyor. Atlantik İttifakı’ndaki bu derin yarılma elbette “Paris İklim Anlaşması”na Amerika’nın duyarsız kalmasıyla açıklanamaz. Bu sorun derindir ve belki de daha felsefik zeminde incelenmelidir. Başlığı da yıllar önce koymuştuk: Angloksakson Batı ile Kontinantal Batı’nın kapışması!

Geçelim. G-20 Zirvesi, dünya ekonomisinin içinde bulunduğu durgunluğu manşete taşımakla kalmadı, bazı gerilimli noktalarda iş birliği yapılmasını da gündeme getirdi. Dünyanın devlerini saran durgunluk yani ekonomik terimle ‘resesyon’ terör belası gibi bir tehdit. Ekonomik durgunluğun kalıcı hale gelmesi tek tek ülkeleri değil bütün dünyayı tehdit ediyor.

“Komşu komşunun külüne muhtaç” sözü, milletler düzeninde de geçerli. Hiç kimse ekonomisi bozuk bir komşu ile yaşamak istemez. Kötü ekonomi, kötü düşmana evrilebilir. En güçlü ülkeler bile zorda. Durgunluk herkesin gündeminde. Resesyon bir talep arızasıdır. Tüketici talebi olmazsa, yatırım ve üretim durur, işsizlik başgösterir, makroekenomik veriler bozulur, iflaslar başlar ve krize kapı açılır.

Bazı ekonomistler durgunluğu talep daralmasına bağlamaz. Ya da en azından sadece bu faktöre bağlamaz. Ancak tüketici harcamalarının düşük olması bir ekonomideki en önemli meseledir. Vatandaşın alım gücünün dengeli bir şekilde korunması şarttır. Önümüzdeki günlerde meşhur ekonomist John Maynard Keynes’in “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” kitabı tozlu raflardan indirilip iktisat gündemine arz-ı endam edilebilir. Devletin biraz daha ekonomiyle içli dışlı olması gerektiği üzerinde durulabilir. Bu da hiç fena olmaz. Demedi demeyin.