ATATÜRK’ÜN SON SÖZÜ: ‘ALEYKÜMESSELÂM’ -3-

Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor!

Ölümü anında bilahare rapora imza koyan hekimler, hepimiz orada idik, yalnız hükümet temsilcisi Dr. Asım Arar yoktu. Sonradan geldi.

Dr. Akil Muhtar Bey oksijen balonunu bizzat dolduruyor ben de veriyordum. Son nefesini verdikten sonra, ona işaret ettim. Bilahare bir ipek mendille Gazi’nin çenesini, bir gazlı bezle de ayak baş parmaklarını bağladım. Ondan sonra da Hasan Rıza Bey’e (Soyak) haber verdik.”

27 Şubat 1938’de ilk olarak Atatürk’ün son hastalığının teşhisini koyan konsültasyon heyetinden itibaren bütün gelişmeleri yakından takip eden ve sürecin içinde bizzat yer alan Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Dr. Asım Arar son gelişmeleri (o sırada görevli olarak Ankara’da bulunmaktadır) şu şekilde anlatmaktadır:

BAŞKA GÜNLERDEN FARKLI

“(…) Günler bir yandan ilerliyor, aynı zamanda Atatürk’ün hali de gittikçe kötüleşmekte devam ediyordu. Nihayet Kasım ayı geldi. Her gün gelen haberler ve aldığımız malumatla üzgün bir halde idik. Kasım ayının sekizinci Salı günü akşamı Ankara’daki evimde oturup İstanbul’dan telefonla verilmesi mutad hükmüne girmiş olan haberlere intizar ederken birden telefon çaldı ve İstanbul’dan ve Dolmabahçe sarayından arandığımı santralden bildirdiler. Kısa bir zaman sonra Sıhhat Vekili (Sağlık Bakanı) Dr. Hulûsi Alataş karşımda konuşmağa başladı. Yalnız bu akşam, başka günlerden farklı olarak, bana vekilin sesinde çok derin bir hüzün ve ye’sin in’ikasını belirten bir ihtizaz var gibi geldi.

Birkaç saniye sonra öğrendiğim şeyden bu hissimde yanılmamış olduğumu anlamış bulunuyordum.

Dr. Hulûsi Alataş bana Atatürk’ün altı, yedi saatten beri, yani aşağı yukarı öğleyi müteakip başlamış olan derin bir koma içinde bulunduğunu bildiriyordu.

Bu haberi alınca büyük bir ye’is ile sarsıldım. Takriben on aydan beri bir şifa ümidi bulmak için her çareye başvurulmasına rağmen bu büyük Türk’ün hayatını ve mevcudiyetini kemiren hastalığın mukadder ve şaşmaz olan feci akıbetine doğru gittiğinden artık şüphe edemezdik. Esasen bundan evvel zuhur ettiğinden bahsettiğim komadan sonra bu ikinci ve devamlı dalgınlığın görülmesi ile de hastalıktaki vahametin artmış olduğuna hükmetmek gayet tabii idi ve ben bu hali artık son devrenin bir başlangıcı olarak telakki etmekte bir an bile tereddüt etmedim. Aldığım bu mühim malûmat üzerine vakit kaybetmeden Büyük Millet Meclisi’ni açmak üzere o sırada Ankara’ya gelmiş olan Başbakan Sayın Celal Bayar’ın evini telefonla arayarak kendisiyle görüştüm ve vaziyeti arzettim. Benim ne düşündüğümü sordular.

SON DEVREYE GELMİŞ

Yukarıda yazdığım endişelerimi kendilerine anlattım. Sözlerinden derin bir teessür içinde bulunduğunu hissettiğim Başbakan ile muhaveremiz burada nihayet buldu. Fakat beş, on dakika geçmemiş idi ki, tekrar telefonla Başbakan’ın evinden beni aradılar ve görüşmek üzere derakap oraya gelmemi emir ettiklerini söylediler.

Gittiğim zaman Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) sayın Dr. Tevfik Rüştü Aras ile beraber oturuyorlardı. Tekrar Atatürk’ün içinde bulunduğu vaziyetle muhtemel neticeleri hakkında istenilen izahatı verdim. Her iki devlet adamının bu esnada duydukları ve saklayamadıkları büyük acı tezahürlerini hiçbir zaman unutamam. Hemen Vekiller Heyeti (Bakanlar Kurulu) azasının daveti için emir verildi.Bir müddet sonra Ankara’da bulunan bütün vekillerle beraber Sayın İsmet İnönü ve Merhum Mareşal Çakmak da geldiler. Toplanmış bulunan bu heyet huzurunda son gelen haberlerle öğrendiğimiz Atatürk’ün durumu ve bunun hakkındaki düşündüklerimi izah ettim.

Büyük bir ihtimalle artık son devreye gelmiş olduğumuzu söyledim. Bütün hazır bulunanların derin bir sükût içinde ve bazılarının gözyaşlarını zapt edememelerine rağmen teessürlerini mümkün mertebe izhar etmemeğe çalıştıkları görülüyordu. Birçok mühim ve hayatî vazifelerin, memleketin ve milletin istikbaline taallûk eden işlerin kendilerini beklediği bu devlet adamlarının o anda itidal ile düşünmeğe ve sinirlerine hâkim olmağa çalıştıkları belli idi. Konuşulacak şeyler bittikten sonra Başbakan’ın derakap İstanbul’a hareket etmesi ve benim de kendisine refakat etmekliğim münasip görüldü. O günlerde Ankara istasyonunda her ihtimale karşı daima islim üstünde bir lokomotif ile iki vagondan mürekkep bir hususi katar bekletilmekte idi. Bu trene binerek yola çıkmak üzere istasyona doğru hareket ettik…

Ertesi gün 9 Kasım öğleye doğru Haydarpaşa İstasyonu’nda Başbakanı karşılamaya gelenler arasında Sayın Dr. Hulûsi Alataş’ı gözlerimle arıyor ve onun bakışından ve yüzünün ifadesinden bir şeyler anlayabileceğimi düşünüyordum. Biraz sonra gerek Hulûsi Bey’in ve gerekse Baş Yaver Celal Beyin trene doğru yürüdüklerini gördüğüm zaman çehrelerindeki ciddi ve teessürlü ifadeden hastamızın halinde herhangi bir değişikliğin olmadığına hükmettim. Biraz sonra da bu düşüncemin doğru olduğunu öğrenmiş bulunuyordum.

SÜKÛN VE İNTİZAM

Dolmabahçe sarayına gelince hemen hastayı gördüm. Bir müddettir Ankara’da bulunduğum cihetle kendisini epeyce zamandır görememiştim. Benim bıraktığım hale nazaran çok ilerlemiş olan zafiyet hali göze çarpıyordu ve derin bir uyku içinde idi. Nefes alma ve kan deveranı faaliyetlerinin ise pek muntazam olduğunu öğrendim. Etrafında o anda rahmetli hocalarımızdan Âkil Muhtar ve Neşet Ömer’den başka Dr. Nihat Reşat ve M. Kemal ve Dr. Abravaya son tıbbî vazifelerini yapmak için feragat ve gayretle çalışıyorlar ve her çareye başvuruyorlardı. Bu doktorlar her iki saatte bir değişmek üzere ikişer ikişer nöbet bekliyorlar ve hastalığın seyrine ait müşahedeleri ve tatbik edilen tedbirleri ve ilaçları kayıt ederek vazifelerini kendilerinden sonra nöbete girecek olan arkadaşlarına terk ediyorlardı. Hastanın halini görünce artık her şeyin bitmiş olduğuna kani oldum. Yalnız bütün hayatı bitmez tükenmez mücadeleler ve Türk vatanını kurtarmak için icabında katlandığı mahrumiyetler ve heyecanlar içinde geçen ve bir seneye yakın bir zamandan beri en ağır bir hastalığın pençesinde ıstırap çeken bu büyük adamın kalbi o kadar sükûn ve intizam içinde çalışıyordu ki devam edip giden komaya rağmen artık önü alınması kabil olmayacak kötü akıbetin ne vakit gelip çatacağını tayin etmek mümkün olamıyordu.

O günü ve geceyi gözümüzü kırpmadan geçirdik. Bütün gece devam eden aynı şekildeki durum esnasında Atatürk’ü hariçten görebilenler olsaydı kendisinin rahat ve derin bir uykuda olduğunu zannetmemelerine imkan yoktu. Yalnız şu farkla ki etrafındaki ufak tefek gürültü ve hareketler sık sık müdavi tabipler tarafından nabız ve teneffüs muayenesi ve diğer tıbbî tedbirler tatbiki gibi şeylerden tamamı ile habersiz bir halde idi.

BÜYÜK BİR HEZAL

Sabaha kadar kalp ve deveran sistemindeki intizamlı faaliyet devam etti. Otuzaltı saatten fazla devam eden bu derin uyku esnasında bu sistemdeki hayatiyet kudreti hakikaten hayrete şayan idi.

Fakat sabaha karşı bu cepheden de zaaf alâmetleri görülmeğe başladı. 10 Kasım Perşembe günü şafak vakti güneş sonbaharın güzel İstanbul’a mahsus parlak günlerinden birini müjdelerken Türkiye Cumhuriyeti’nin ve inkılâbının kurucu ve koruyucusu Büyük Atatürk’ün halinde büyük bir hezal görülüyordu. Sabahın erken saatlerinde uykusuz ve heyecan içinde geçen uzun bir gecenin sinirlerim üzerinde bıraktığı ıstırabı biraz olsun gidermek ve serin bir hava teneffüs etmek üzere dışarı çıkmak ve dolaşmak lüzumunu hissettim.

Avdet etmek üzere iken Dolmabahçe sarayının damında sallanan Cumhurbaşkanlığı bayrağının ağır ağır yarıya indirildiğini gördüğüm zaman artık her şeyin bittiğini ve sevgili Atatürk’ün çok uzun süren son dünya uykusundan hiç açılmadan ebedi uykusuna dalarak terki hayat ettiğini anladım… Bütün bu acı düşüncelerle gözyaşlarımı zaptedemedim ve ağlayarak saraya geldim.

Atatürk 10 Kasım 1938 Perşembe günü sabah saat 9.05’de bu fâni hayata veda etmiş bulunuyordu. Vefatında resmi kayıtlara nazaran 58 yaşında idi…

Saraya girdiğim zaman Atatürk’e yakın olan bayanların acı feryatları ve bütün etrafın derin teessürleri ile karşılaştım. Hissettiğim ye’is ve matem o kadar büyük ve umumî idi ki kimsenin kimseyi taziye edecek hali ve kudreti yoktu. Yukarı kattaki salonlardan birinde Sayın Celal Bayar ve Şükrü Kaya’nın millete hitaben neşredilecek beyannamenin tanzimi ile meşgul olduklarını gördüm. Biz hekimlere düşen vazifelerden biri de ölüm sebeplerini bildiren fen dili ile yazılmış bir raporun hazırlanması idi. Müdavi tabiplerle görüşerek yazılacak bu raporun müsveddesini hazırladım ve raporu bütün hekimlerle beraber imzaladık…”

ÖZEL HEMŞİRE FALAN İSTEMEM

Son anlarında Atatürk’ün yanında bulunanlardan birisi de Kütüphanecisi Nuri Ulusu’dur. Ulusu anılarında, son gelişmeleri pek çok bakımlardan önemli olan gözlemleri ve değerlendirmeleriyle anlatmaktadır:

“Atatürk’ün son hastalıklı devrelerinde, yani komalara girip çıktığı günlerde, doktorların ve yakınlarının dışında, yanına girip çıkabilen ender kişilerden biriydim. Zaten bilindiği gibi, çok önemli bir cümlesi vardı: ‘Özel hemşire falan istemem, bana benim çocuklarım herkesten iyi bakar.’ Evet, işte o çocukları ben ve arkadaşlarımdı. (Nuri Ulusu’nun burada bahsettiği şahıslar uzun yıllardan beri Atatürk’ün hizmetinde olan Cumhurbaşkanlığı görevlileri idiler. Bunlar arasında, Berber Rıdvan, Berber Mehmet Mete, Sofracıbaşı İbrahim Ergüven, Cemal Granda, Rıza, Şoför Kazım gibi isimler sayılabilir.) Ona öyle güzel ve titiz bakardık ki doktorları dahi şaşırırlardı.

İşte böyle girdiği komaları esnasında zaman zaman ‘Aman Yarabbim, aman Yarabbim’ diye mütemadiyen Halikından, Allah’ından yardım dilediğini gözlerimle gördüm, kulaklarımla işittim.

Aman Allahım, aman Allahım ne acımasız günlerdi o günler… O koca dev adam, Büyük Komutan, Ulu önder Atatürk. O tüm dünyadan korkmayan, hatta tüm dünyaya kafa tutan o insan.

Büyük Allah’ına, Tanrısına olan inancı ve imanıyla ‘Aman Yarabbi, aman Yarabbi’ diyerek ondan yardım bekliyordu. Bu muydu dinsiz Atatürk, bu muydu? Allah’a kitaba inanmayan, Mason Atatürk… Bunları söyleyenin Allah cezasını versin; veriyor zaten, her zaman da verecektir. Bunu yaşayanlar hep göreceklerdir.

DOKUZU BEŞ GEÇE

O sıkıntılı günler Cumhuriyet Bayramı’ndan sonra iyice arttı, Atatürk gözlerimizin önünde her geçen gün biraz daha güçsüzleşiyor adeta eriyordu. 9 Kasım günü hemen hemen kendinde değildi. Ben ve arkadaşlarım hiçbir şey yapamamanın acizliği ile sıkıntıdan üzüntüden kendi kendimizi yiyor ve sadece köşe bucakta gözyaşı döküyorduk.

10 Kasım 1938 saat dokuzu beş geçe Atatürk’üm son nefesini veriyor. Odada bulunan herkes komada, Büyük Komutan göz göre göre gidiyor, kimse bir şey yapamıyor ve son nefesini veriyor. Hiç unutmuyorum, Atatürk öldü der denmez, oda kapısının önünde nöbet tutan genç bir teğmen şöyle bir başını havaya kaldırdı ve küt diye koca vücuduyla kalıp gibi yere düştü, bayılmıştı.

Bir tarih göç etmişti, biz ne yapacaktık. İlk telaş sonunda doktorları son muayeneleri yaptılar, çenesini Dr. Kamil Berk, Mim Kemal Öke Bey gözlerini yavaş yavaş kapatıp, bir mendille bağladılar.

YARIN: RESMİ RAPORLAR NE DİYOR?