Komünist sistem yıkıldığında; ideolojiler bitti, tarihin sonu geldi, denilmişti.

Japon kökenli Amerikalı düşünür Francis Fukuyama, iddiasını Hegel’e dayandırıyordu.

Hegel, insanın(toplumun) kendini gerçekleştirme marifetinin Fransız ve Amerikan devrimleriyle ortaya çıktığını, böylece tarihin yeni bir yöne evrildiğini iddia ediyordu.

Komünizmin sonu gelmişti.

Peki tarih, işleyişini durdurmuş muydu?

Hayır! Çünkü Hegel’in de söylediği gibi tarih tamamlanamaz.

Nitekim Francis Fukuyama yıllar sonra fikrini değiştirir: Irak işgalinin fikri altyapısını hazırlayan Yeni Muhafazakârlardan (Neo-konservatiflerden) ayrıldığını belirtir ve bu defa yeniden Wilson prensiplerini över.

Amerikalılar her şeyin başına yeni ibaresini ekleyerek geleneği sürdürmeyi severler.

Tarih aceleci değildir; çarklarını sükûnetle döndürürken insanoğlu bu çarkların işleyişini kafasına göre yorumlar.

Bir kitapta okumuştum, Pentagon sadece Vietnam savaşı için binlerce dosya hazırlatmıştı.

Çünkü zamanı, olayları anlamak olgusu çok önemli ve temel bir siyasal uğraştır.

Senaryo yazmak sadece Hollywood’da değil Beyaz Saray’da da, Pentagon’da da hazırlık için hayati ehemmiyet taşır.

Fukuyama gibi kalemşörleri vasıtasıyla milletlere bölünmüş dünyayı tek bir devletin imparatorluğu ile yönetilen emperyal bir sahneye dönüştürmek için olmadık senaryolar yazmak adettendir. Hasılı aslında bir son yoktur ve tarih her türlü alet, edevatla zaman denilen deftere hikâyesini yazmakla meşguldür.

Fransız İhtilali ile de sonu gelmemişti.

Rus devrimi ile de nihayete ermemişti.

Samuel Huntington, medeniyetlerin çatışacağını söylerken de benzer kehanette bulundu ama beklenen son gelmedi.

2001 yılında ikiz kulelerin uçaklar yoluyla vurulmasının ardından söylenen şu söz Huntington’ın kitabının bir tarihsel tespit değil adeta evanjelik savaş baronlarının müstakbel operasyonlarına kılıf vesikası mahiyetinde olduğunu hatırlatıyordu:

Tarihin sonu geldi !

Ancak gerçek bu değil.

Dünya salgınla boğuşurken elbette mevcut küresel rejim olduğu gibi devam etmeyecek.

Çünkü tarih denen ayaklı kütüphane ağır aksak yürürken, düşünen beyinlere şu gerçeği fısıldamaktadır:

Artık bir şeyler değişecek, dünya adaletsiz güç zehirlenmesiyle mutlu sona ulaşamaz. Milletler rejimi, beş devletin buyurucu, hâkim ve saldırgan varlığıyla sürdürülemez. Aslında bu gidiş buyurucu olanlar için de giderek erime, yok olma riski taşımaktadır, küreye hâkim olan ülkelerin de acziyetten kıvrandığı görülmektedir.

Yeni bir dünya kurulmalı ama bu dünya tarihin imbiğinden süzülmüş deneyimler ışığında Hegel’in ‘özgür toplum’u, Farabi’nin ‘faziletli şehri, Platon’un ‘ideal devlet’i yolunda şekillenmelidir.

Ama nasıl?

Dünyayı kasıp kavuran bu salgın felaketi nasıl sorusunu cevaplamamıza katkı sağlayacak deneyimleri bize sundu.

Bir kere dünya siyasetinin temel aktörleri yine yeniden milli devletlerdir.

Bu açık.

Fakat milli devletler esasında barışa ve dayanışmaya dayalı bir dünya modeli oluşturmak için ne yapmalıdır?

Galiba yeni bir Birleşmiş Milletler düzeni kurmak için veto hakkını elinde bulunduran devletleri bir süre yedek kulübesine göndermekle işe başlamak gerekiyor.

Zira gerçekten de dünya beşten büyüktür.