Henüz 1. Dünya Savaşı devam ederken, Kasım 1917’de, İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin (İsrail’in) kurulmasından memnuniyet duyacaklarını ve bunun için ellerinden gelen desteği vereceklerini ilan eden bir mektup kaleme aldı. Siyonist hareketin liderlerinden Rothschild’e muhatap mektup, “Balfour Deklarasyonu” olarak tarihe geçti. Bu deklarasyon yayınlandığında, Filistin Osmanlı toprağı idi ve doğal olarak Müslümanlar ülke nüfusunun çoğunluğunu oluşturuyordu. Deklarasyondan bir ay sonra başlayan İngiliz işgali, Yahudilerin şehre göçünü kolaylaştırdı ve nüfus dağılımı bir süre sonra tersine döndü. Kudüs’ü adım adım Yahudileştirerek Müslümanlardan parça parça koparma adımları hızlandı.

1. Dünya Savaşı bittiğinde, bölgenin kaderinin değiştiği daha net görülüyordu. Osmanlı’nın egemenliğinden çıkan topraklarda İngilizler, Filistin Mandasını oluşturdu ve Milletler Cemiyeti nezdinde tescil ettirdi. Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması için elinden geleni yapma taahhüdü veren İngilizlerin Filistin’de kurdukları manda rejimi, elbette Yahudi devletinin inşası için zemin hazırlıyordu.

Şubat 1947’de İngiltere’nin Filistin’deki manda rejimini sona erdirmek istediğini BM’ye bildirmesinin ardından Mayıs 1947’de BM Filistin Özel Komisyonu kuruldu. Komisyon, Filistin devletinin Arap ve Yahudi olmak üzere iki devlete bölünmesini ve Kudüs’ün uluslararası statüye sahip olmasını öneren bir rapor hazırladı. Söz konusu rapor, nüfusun üçte birini oluşturan ve toprakların sadece yüzde 7’sine sahip olan Yahudilere Filistin topraklarının yüzde 56’sını veriyordu. Nüfusun neredeyse üçte ikisini oluşturan Müslümanlara verilen topraklar ise toplam yüzölçümünün yüzde 43’ünü oluşturuyor, deniz kıyısının da üçte ikisi Yahudilere bırakılıyordu. Kasım 1947’de BM Genel Kurulunda yapılan oylama sonucunda paylaşım planı kabul edildi. Filistin’i “İsrailleştirme” çabaları önemli bir aşama daha kaydetmiş oldu.

14 Mayıs 1948’de siyonistler kendilerine ayrılan bölgede İsrail devletinin kurulduğunu ilan edince Arap-İsrail savaşı patlak verdi. Savaş, Batı Kudüs’ün Yahudilerce işgaliyle ve Arapların ciddi oranda toprak kaybıyla sonuçlandı ve paylaşım planı uygulanamaz hâle geldi. 1967 savaşında ise bu sefer Doğu Kudüs’ü işgal eden İsrail, adım adım Kudüs ve geri kalan Filistin topraklarında kontrolünü genişletti.

O günden beri İsrail, işgal altında tuttuğu topraklara Yahudilerin yerleştirilmesi ve Filistin’in İsrailleştirilmesi için her türlü hukuk dışı yola başvuruyor. İşgalini devam ettirdiği gibi yayılmacı bir politikayla Müslümanlara ait olan her karış toprağa göz diken İsrail, âdeta Filistin’i tümüyle yok etme planı uyguluyor. Tüm dünya ise olup biteni izlerken Türkiye gibi birkaç cesur ve kararlı ülke haricinde neredeyse kimse İsrail’e “dur!” diyemiyor. Siyonist yayılmacılık İsrail’in devlet politikası olarak uygulanırken, Müslümanların ne hakkı ne hukuku ne de can güvenliği İsrail yönetimi ve destekçileri tarafından umursanmıyor.

Kalan az sayıdaki Müslüman’ı da Kudüs’ten çıkarıp atmak için fırsat kollayan İsrail, 7 Mayıs gecesi Mescid-i Aksa gibi mukaddes bir mekânı basıp, ibadetlerini eda eden sivillere barbarca saldırarak işgali bir nebze daha ileri taşımak istedi. İsrail’in mübarek ramazan ayında ibadet özgürlüğünü bile çok gördüğü Müslümanlara yönelik giderek artan şiddetini kınamak artık yeterli değil.

İsrail’in, Filistin’in ve Müslümanların varlığına kasteden tavrından dolayı ağır bir şekilde yaptırıma uğraması için ne gerekiyorsa acilen hayata geçirilmeli. BM Güvenlik Konseyi başta olmak üzere, uluslararası kuruluşlar barış ve istikrar söylemlerinde samimilerse derhâl sorumluluk almalı ve İsrail’e işlediği suçların hesabını sormalı. BM kararlarına rağmen genişletilerek devam eden işgalin sona erdirilmesi için artık somut ve caydırıcı tedbirler hayata geçirilmeli. Aksi hâlde peyderpey Filistin’in aleyhine genişleyen İsrail işgali, geri döndürülemez bir noktaya ulaşacak ve belki de bu günleri arar hâle geleceğiz.