Dünya var olduğu günden bu yana her dönemin kendine özgü zorlukları olmuş ve insanlar da bu sorunları çözmek, kendisinin ve çevresinin yaşamını devam ettirebilmek için mücadele etmiştir. İçinde bulunduğumuz dönemin en büyük zorluklarından birisi de iklim değişikliğidir. Tabi oluşan bu sorunları çözmeye çalışan insanoğlu, aynı zamanda bu sorunları meydana getiren olmuştur. Küresel iklim değişikliği genellikle insan faaliyetlerinden kaynaklanan ve bunların sonucunda ciddi boyutlarda çevresel, sosyoekonomik, sağlık ve hatta güvenlik açısından sıkıntılar meydana getiren son yıllarda insanlığın karşılaştığı en büyük zorluk ve sorun konumundadır.

İklim değişikliği ile mücadele etmek ve bu konuda toplumları ortak bir çalışmaya yönlendirmek amacıyla küresel boyutta çeşitli birliktelikler ve anlaşmalar oluşturulmuştur. İlk olarak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 197 ülkenin katılımıyla 1994 yılında yürürlüğe girmiş ve Ülkemiz de 2004 yılında bu sözleşmeye taraf olmuştur. 1997 yılında kabul edilerek 2005 yılında yürürlüğe girebilen Kyoto Protokolü’ne de Ülkemiz 2009 yılında taraf olmuştur. Kyoto Protokolü’nün ardından iklim değişikliği ile mücadele sürecini düzenlemek amacıyla 2015 yılında COP25’te kabul edilen Paris İklim Anlaşması 4 Kasım 2016 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ülkemiz bu anlaşmayı 22 Nisan 2016 tarihinde 175 ülke temsilcisiyle birlikte imzalamış olup, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “Paris Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” 7 Ekim 2021 tarihli ve 31621 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Paris Anlaşması, temel olarak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesini geliştirmeyi hedeflemektedir. Bu anlaşmanın uzun dönemli hedefi, küresel ortalama sıcaklık artışının 2 °C’nin hatta mümkünse 1,5 °C’nin altında tutulmasına yönelik küresel mücadelenin sürdürülmesidir. An itibarı ile 197 ülkeden 192’si anlaşmayı onaylamış durumdadır.

İklim değişikliği ile mücadele etmek ve bu konuda toplumları ortak bir çalışmaya yönlendirmek amacıyla küresel boyutta çeşitli birliktelikler ve anlaşmalar oluşturulmuştur. İlk olarak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 197 ülkenin katılımıyla 1994 yılında yürürlüğe girmiş ve Ülkemiz de 2004 yılında bu sözleşmeye taraf olmuştur. 1997 yılında kabul edilerek 2005 yılında yürürlüğe girebilen Kyoto Protokolü’ne de Ülkemiz 2009 yılında taraf olmuştur. Kyoto Protokolü’nün ardından iklim değişikliği ile mücadele sürecini düzenlemek amacıyla 2015 yılında COP25’te kabul edilen Paris İklim Anlaşması 4 Kasım 2016 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Ülkemiz bu anlaşmayı 22 Nisan 2016 tarihinde 175 ülke temsilcisiyle birlikte imzalamış olup, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “Paris Anlaşmasının Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun” 7 Ekim 2021 tarihli ve 31621 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Paris Anlaşması, temel olarak Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesini geliştirmeyi hedeflemektedir. Bu anlaşmanın uzun dönemli hedefi, küresel ortalama sıcaklık artışının 2 °C’nin hatta mümkünse 1,5 °C’nin altında tutulmasına yönelik küresel mücadelenin sürdürülmesidir. An itibarı ile 197 ülkeden 192’si anlaşmayı onaylamış durumdadır. İnsan faaliyetlerinden kaynaklı olarak artan sera gazı emisyonları, yerkürenin var olduğundan bu yana yaşanan doğal iklim değişikliği sürecinin ötesinde atmosferdeki sera gazları oranının hızla artmasına sebep olmuş ve bu sorun artık canlıların yaşamı için tehdit oluşturmaya başlamıştır. Sera gazı emisyonlarını oluşturan sektörler değerlendirildiğinde enerji sektörünün en büyük katkıyı yaptığı ve toplam sera gazı emisyonlarının yaklaşık üçte ikisini oluşturduğu görülmektedir. Enerji, insanoğlunun yaşamını devam ettirebilmesi açısından bir vazgeçilmezdir ve her ülke kendi sürdürülebilir kalkınması için enerji potansiyelini yüksek tutmak zorundadır. Enerji tedarik sektörü, sera gazı emisyonlarına en büyük katkıyı yapması sebebiyle toplumların enerji ihtiyaçlarını karşılarken bu etkiyi de gözardı etmemesi gerekmektedir. Enerji potansiyelini arttırmanın yollarını ararken, sera gazı emisyon değerleri düşük olan kaynakları da geliştirmeli ve kullanmalıdırlar. Ülkemizin enerji kullanımı sanayileşme sürecini tamamlamış ülkelere göre çok daha hızlı artmaktadır. Artan enerji kullanımı ise sera gazı emisyon değerlerimizi her yıl arttırmaktadır. Sera gazı envanteri sonuçlarına göre, 2019 yılı toplam sera gazı emisyonlarımız bir önceki yıla göre %3,1 azalarak 506,1 milyon ton (Mt) CO2 eşdeğeri (eşd.) olarak gerçekleşirken en büyük payı %72 ile enerji kaynaklı emisyonlar almış ve bunu sırasıyla %13,4 ile tarım, %11,2 ile endüstriyel işlemler ve ürün kullanımı ve %3,4 ile atık sektörü takip etmiştir.

Enerji sektöründe üç ana kaynak mevcuttur, bunlar; fosil yakıtlar, nükleer enerji ve yenilenebilir enerjidir. Bu kaynaklardan fosil yakıtlar en fazla sera gazı emisyonuna sahiptir. Ülkemiz enerji sektörü, doğal gaz ve petrol gibi dışa bağımlılığımızın çok yüksek olduğu kaynaklara bağlıdır. Geleneksel enerji kaynağı olan fosil kaynaklar hem dışa bağımlılık nedeniyle ekonomi üzerinde ciddi bir yük oluşturmakta hem de karbon emisyonları açısından iklim değişikliğine ciddi olumsuz katkı sunmaktadır. Ülkemiz tüm yenilenebilir enerji kaynak potansiyeline sahip olup, bu kaynaklar açısından oldukça zengindir. Kullanımı giderek artmakta olan başlıca yenilenebilir enerji kaynakları; hidrolik, güneş, rüzgâr, biyokütle, jeotermal ve dalga enerjisidir. Elektrik enerjisi üretimimizin 2018, 2019 ve 2020 yıllarında sırasıyla yaklaşık olarak %32, %44 ve %42’si yenilenebilir enerji kaynaklarımızdan karşılanmıştır. Yenilenebilir enerji kaynaklarımızın tüm topluma yayılması 2030 ve “2053 net sıfır emisyon” hedeflerimize ulaşma açısından kritik öneme sahiptir. Türkiye bu alanda önemli mesafeler kat etmiştir. Yapılan teşviklerle hanelerde dahi güneş enerjisinin kullanımı ve artan enerjinin de sisteme entegre edilebilmesi mümkün hale gelmiştir. Yenilenebilir enerji kaynakları açısından oldukça zengin bir bölgede yer alan Türkiye’de yapılan bu düzenlemeler çevre dostu ve ucuz enerji üretimini ciddi anlamda artırmıştır. Yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının arttırılması ve yaygınlaştırılmasındaki engellerin başında ise ilk yatırım maliyeti gelmektedir. O sebeple bu sistemlerde kullanılan malzeme/ ekipmanların üretiminde çeşitli teşviklerle yerli üretimin payının artması, ithalat kaynaklı maliyetleri minimize edecek, yeşil kalkınma hedeflerimize dönük olarak bu kaynakların kullanımının yaygınlaştırılması mümkün olacaktır.

Belirtilen kaynaklara bağlı etkinin yanı sıra enerji verimliliği de küresel iklim değişikliği sorunuyla mücadelede büyük önem taşımaktadır. Enerji verimliliği; yaşam standartlarımızı, konforumuzu, üretim kalitemizi azaltmadan aynı miktarda işi daha az enerji kullanarak yapabilmektir. Bu doğrultuda önemli adımlar atılmış, enerji verimliliğini maksimize etmek için yasal ve idari tedbirler devreye konulmuştur. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığımız tarafından planlanan “Neredeyse Sıfır Enerjili Bina” konseptine kademeli geçişin gerçekleşmesi de enerji tüketimimize ve sera gazı emisyonlarının azaltılmasına önemli katkı sunacaktır. Açıktır ki ülkemizin 2030 ve 2053 yılı sürdürülebilir kalkınma hedeflerine ulaşabilmesi için yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verimliliği stratejik öneme sahiptir.

Yenilenebilir enerji kaynakları ile enerji verimliliği yalnızca sera gazı emisyon değerlerini azaltmakla kalmayacak, aynı zamanda oldukça yüksek olan enerjide dışa bağımlılığımızı azaltmak için büyük bir katkı sunacaktır. Yenilebilir enerji kaynakları temiz ve ucuz olması yanında arz güvenliğini temin eden bir hüviyete sahiptir. İklim değişikliğiyle mücadele çerçevesinde Paris İklim Anlaşması koşullarını sağlamak için verdiğimiz mücadele aynı zamanda bizi enerjide dışa bağımlılıktan da kurtaracak bir durum meydana getirecektir. İklim krizi gelecek kuşakları tehdit edebilecek ciddi bir potansiyele sahiptir. Bu sorunla küresel boyutta bir mücadele kaçınılmazdır. Tüm ülkeler iklim değişikliği hedeflerine ulaşmak için gerekli değişim, dönüşüm ve gelişmeleri sağlayarak kendi üzerlerine düşen görevleri en yüksek düzeyde yerine getirmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu hedefleri ortaya koymayan ya da belirtilen hedefleri gerekli düzeyde yerine getiremeyen ülkeler için sağlıktan, yeşil çevreden ve refahtan bahsetmek çok zor olacağı gibi aynı zamanda bu küresel soruna sundukları katkı sebebiyle tüm Dünyaya bu tehdidi taşımış olacaklardır. Ülkemiz ulusal katkı beyanında belirlediği senaryoya uygun hareket ettiği sürece sürdürülebilir kalkınma ve enerji hedeflerine ulaşma noktasında bir sorun yaşamayacaktır. Türkiye’nin ulusal katkı beyanındaki referans senaryoya göre sera gazı emisyonlarının 2030 yılında artıştan %21 oranında azaltılması hedeflenmiştir. Ülkemiz tarafından yürütülen “yeşil kalkınma” ve “2053 net sıfır emisyon” hedeflerine uygun olarak ulusal katkı beyanımızın güncellenmesine ve daha yüksek hedefler belirlemeye dönük çalışmalarına hızla devam etmektedir. Küresel sorun şüphesiz küresel ortak mücadele ile giderilebilecektir. Bu anlayış çerçevesinde ülkelerin kendi yükümlülüklerini yerine getirmekten imtina etmemesi hayati önem arz etmektedir. İklim krizi ile mücadele yetkililerle birlikte, bilim adamlarının, tüm toplum kesimlerinin katılımını da gerektirmekte, bunun için de farkındalığın çeşitli araçlar kullanılarak en üst seviyede oluşturulması kaçınılmaz görülmektedir.