Bugün 21 Mart, Türk’ün bahar bayramı. Bahar günleriyle canlanan doğa, gövde gösterisine başlıyor. Baharın gelişiyle renklenen dünya, daha mutlu daha huzurlu bir gelecek için ümit veriyor. Soğuk ve sancılı kışın ardından gelen bahar âdeta insanlığın da kaostan, çatışmadan, yoksulluktan, çaresizlikten kurtulup, müreffeh ve mutlu olabileceğini simgeliyor. Ne var ki, baharı müjdeleyen bu anlamlı günde de çözüm bekleyen siyasî ve ekonomik sorunlar, düne göre daha az sıkıntı yaratmadığı gibi yarın için de daha umutlu olmamıza fırsat vermiyor.

21 Mart’ta kutlanan Nevruz’un birlik, beraberlik ve kardeşlik mesajına çok da uygun olan başka bir anlamı daha var. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun aldığı bir karar sonrasında 1966 yılından bu yana, 21 Mart Uluslararası Irkçılıkla Mücadele Günü olarak kabul ediliyor. 21 Mart’ın ırkçılıkla mücadele günü olarak kabulünün temelinde ise 21 Mart 1960’ta Güney Afrika’da ırkçı ve ayrımcılık uygulamaları protesto eden göstericilere ateş açılması neticesinde 69 kişinin hayatını kaybetmesi yatıyor. Irkçı ve ayrımcı politikaların insanlık huzur ve barışı için büyük bir tehdit olduğunu tekraren hatırlatmak için alınan bu karar, günümüzde yaygınlaşan ırkçı fikir, politika ve uygulamalar dikkate alındığında belki de o günden daha çok önem taşıyor.

Devletlerin “ticaret savaşı” adı altında birbiri ile ilişkilerinin gerildiği bir dönemde, milletler arasında da etnik, millî ya da dinî kimlikler üzerinde bir ayrışma yaşanıyor. Birbirini körükleyen bu iki süreç, kültürler arasındaki uyum, hoşgörü ve kardeşlik sağlanması ihtimalini zayıflatıyor. Dünyanın bir ucunda yaşanan etnisite ya da din temelli çatışmalar, dünyanın başka bir köşesinde başka anlaşmazlıkların çıkmasına sebep olabiliyor. Terör örgütleri, teknolojinin verdiği imkanlardan da yararlanarak, “düşman” bellediği bir kimliği yok etmek ya da onu sarsmak için dünyanın dört bir köşesinde terör eylemi düzenleyebiliyor.

Yeni Zelanda’da yaşanan vahşet, bir kez daha ırkçı fikirlerin terörizm için nasıl suiistimal edilebileceğini göstermiş oldu. Avrupa’da artan yabancı karşıtlığı, nefret suçları ve bilhassa İslam’a yönelik aşağılayıcı tavır ve söylemler, etkisi tüm dünyayı saran ve neticeleri tüm dünyayı sarsan terör eylemlerinin artacağına işaret ediyor.

Ülkeler, kendi vatandaşları arasında gelir dağılımı adaletsizliği, etnik ayrışma, toplumsal kutuplaşma gibi sorunlarla mücadele ededursun, ülkeler arasında da sorun alanları artıyor ve mevcut birçok sorun derinleşiyor. Küreselleşmenin, liberal ekonomik programları ve demokrasiyi tüm dünya sathına yayacağı ve böylelikle tüm dünyanın huzura kavuşacağı iddialarının asılsız olduğu her geçen gün biraz daha belirginleşiyor. Son zamanlarda yaşanan terör eylemleri sonrasında, ölen ile öldürenin farklı dinlere mensup kişiler olması hasebiyle, insanlık adına felaket demek olan “medeniyetler çatışması” tezinin gerçekleşebileceğine inananların sayısı artıyor. Bu gidişatın, dünya huzuru ve uluslararası barış için büyük bir tehdit olduğunu söylemeye dahi gerek yok.

Hâl böyleyken, tüm dünyaya huzur getirecek bir anlayışa ve buna göre şekillenen bir uluslararası sisteme olan ihtiyaç giderek artıyor. Hangi milletten olursa olsun, herkes, farklı kimliklere saygı göstermenin bir erdem olduğuna, tüm insanların onur ve haklar bakımından eşit doğduğuna inanmadığı sürece insanlığın huzura kavuşmasının zor olduğu ortada. Şüphesiz ki böylesi bir anlayışın yeşermesi ve yayılmasında en büyük sorumluluk, üç kıtaya huzur ve adalet götüren Türk-İslam medeniyetini Ankara merkezli olacak şekilde yeniden tesis etmesi gereken mazlum milletlerin dostu Türkiye’ye düşüyor.