Militarizm, Japonya’nın 1930’lu yıllarına damga vurmuştu. Ulusun gücünü ordunun gücü ile özdeşleştiren bu anlayışa göre, ordunun komşu ülkelerde siyasi ve ekonomik hâkimiyet kurması, Japonya’nın güçlü bir ülke olarak kabul edilmesini sağlamanın tek yoluydu. Doğu Asya’da yayılıp bölgeyi sömürmeye çalışan Japonya, 2. Dünya Savaşı başlamadan önce askerî faaliyetleri ile dikkat çekiyordu. Japonya’yı 2. Dünya Savaşı’na girmeye sürükleyen yayılmacı militarizm, 1945’te atom bombaları ile geri dönüşü olmayacak şekilde sona erdi.

1945 sonrası Japonya’da devlet ve siyaset, militarizmin tam aksine askerî güç unsurlarını neredeyse hiç gündeme getirilmeyen pasifizm anlayışı ile şekillendi. 1945-1952 döneminde ABD öncülüğünde süren müttefik işgali, Japonya’nın militarist geçmişini ve kurumsal yapısını tamamen yok etme amacını taşıdı. Japonya siyasi, sosyal ve ekonomik alanda köklü bir değişim hatta başkalaşma süreci tecrübe etti. ABD’li işgal kuvvetleri komutanı MacArthur’un şekillendirdiği 1947 tarihli Japon Anayasası, militarizmden pasifizme dönüşümü mümkün kılacak şekilde kaleme alındı. Anayasa, Japonya’nın silaha başvurmasını kesin dille engelleyen bir hüküm içeriyordu. Hâlen tartışılan anayasanın 9’uncu maddesi ile Japonya’nın ordu kurması ve uluslararası ilişkilerde silahlı kuvvetlere başvurması yasaklandı. Kore savaşının patlak vermesi neticesinde ABD, Japonya’nın silahlanmasına rıza gösterince adına “ordu” denmeyen ve sadece savunma için kullanılmasına müsaade edilen “Öz Savunma Kuvvetleri” oluşturuldu.

Japonya 1990’lara kadar sadece ekonomik ve ticari başarıları ile öne çıkan, siyasi ve askerî konularda adı neredeyse hiç anılmayan bir ülke oldu. “Ekonomik dev, siyasi cüce” olarak da nitelendirilen Japonya, soğuk savaşın bitmesi ve Çin’in giderek daha büyük bir güç hâline gelmesi gibi gelişmeler karşısında, daha aktif bir dış siyaset izlemeye başladı. Japonya’nın BM tarafından yürütülen barış gücü misyonlarına personel göndermeye başlaması gibi gelişmeler, stratejik yeniden yapılanma sürecine girildiğini göstermişti. Özellikle 2000’li yıllarda “ABD yapımı anayasanın” orduyu yasaklayan maddesi başta olmak üzere eleştirilmeye başlaması, sadece hükümet politikalarında değil, toplumda da kayda değer bir değişim yaşandığına işaret ediyordu.

Japonya’da militarizmi ve onun getirdiği yıkımı görmemiş olan yeni nesiller, ABD’ye olan angajmanın azaltılmasını, Japonya’nın da diğer ülkeler gibi askerî güç kullanabilmesini ve kısacası daha bağımsız bir ülke olabilmeyi siyasetin gündemine taşıdılar. Bu yöndeki talepler, “Japonya’nın normalleşmesi” olarak adlandırıldı. Savaş sonrası ilk yıllarda anayasanın değiştirilmesi tahayyül bile edilemezken, 9. maddenin anayasadan çıkarılması yönündeki halk iradesi giderek güçlendi ve önemli bir gündem maddesi hâline geldi. Japonya, kendi bünyesindeki gelişmeler ile bölgesindeki jeopolitik gerçeklere bakarak, siyasi ve askerî alanda “cüce” olmaktan çıkmak için gayret sarf etmeye başlamıştı.  

Son yıllarda, Çin’in Doğu Asya’daki nüfuzunu artırması ile Kuzey Kore’nin nükleer silah programı, Japonya’yı bu hususta daha hızlı davranmaya sevk ediyordu. Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı savaş ve Çin’in Tayvan’ı ana kara ile birleştirebileceğine dair kaygılar, Japonya’nın bir süredir devam eden “normalleşme” çabalarının artırılması için yeterli gerekçeyi sundu.  

Japonya, geçtiğimiz günlerde kamuoyuna ilan edilen ulusal güvenlik stratejisi ile ekonomik gücü nispetinde siyasi ve askerî güç sahibi olma yoluna girdiğini daha net bir şekilde ortaya koydu. Japon hükümeti, Çin başta olmak üzere, Asya-Pasifik’teki stratejik zorlukları dikkate alarak daha büyük ve aktif bir Japon askerî gücünün oluşturulacağını ilan etti.

Japonya, yeni dönemde savunma harcamalarını ikiye katlamakla kalmayacak, mevcut savunma sistemlerinin yanı sıra saldırı amacıyla kullanılabilecek yeni silah sistemlerini de envanterine ekleyecek. Bu, Japonya’nın saldırılar karşısında kendini savunmakla yetinmek, ulusal güvenliğini ABD’nin sponsorluğuna bırakmak şeklinde özetlenecek savunma anlayışını artık geride bıraktığını ortaya koyuyor. Bu durum, askerî rekabetin kızışacağı Doğu Asya’da Japonya’nın edilgen değil etken bir güç olabileceğine işaret ediyor. Japonya’nın yeni savunma ve güvenlik anlayışı, Çin başta olmak üzere bölge ülkelerinin ve Japonya’yı “batmayan savaş gemisi” olarak algılayan ABD’nin bölgeye yönelik hesaplarının değiştiği şeklinde de yorumlanabilir.

Bu gelişmeden rahatsızlık duyan Kuzey Kore ve Çin’in, yeni dönemde ABD-Japonya ittifakı ile daha ciddi bir güç rekabeti sergileyeceğini şimdiden söylemek mümkün. Japonya’nın yaklaşık 100 milyar dolar gibi bir bütçe ile yürütmeyi öngördüğü yeni savunma ve güvenlik politikaları bazılarının iddia ettiği gibi “yeniden militarizm” döneminin başlayacağı anlamına gelmese de bölgedeki çekişmelerin ve anlaşmazlıkların artması kaçınılmaz gibi görünüyor. Ne de olsa Japonya’nın savunma harcamalarını iki katına çıkarmasının ardından dünyada savunmaya en çok para harcayan ilk üç ülke, sırasıyla ABD, Çin ve Japonya olacak. Asya-Pasifik’te sular ısınacak.