Bin yılı aşkın süredir İslam Sancağının gölgesinde huzur ve barış ortamının tesis edilmiş olduğu Filistin coğrafyası, başta Kudüs olmak üzere 1917 yılından itibaren İngiliz emperyalizminin yol açtığı makus bir kaderle baş başa bırakılmıştır. Tarihe baktığımız zaman; Büyük Selçuklular, Memlukler ve Osmanlı İmparatorluğunun yönetimi altında Türk-İslam medeniyetinin en eşsiz eserlerinin inşa edildiği Filistin aynı zamanda da Müslüman, Yahudi, Hristiyan ve Dürzi toplumların hak ve adalet çerçevesinde birlikte yaşadıkları örnek bir belde olarak konumundadır. Filistin coğrafyasının kalbi ve yüzyıllardır Türk’ün muhafazası altında olan Kudüs ise gerek binlerce yıl öncesine dayanan tarihi gerekse ilk kıblemiz ve Miraç hadisesine şahitlik etmiş olan Mescid-i Aksa külliyesini barındırması hasebiyle bütün İslam aleminin kıymetli bir varlığıdır.

Türk milletinin tarihi bağlarının kök salmış olduğu bu mübarek coğrafya, sadece bir emanetçilik düsturuyla değil, mukaddes bir ruh ile yüzyıllarca anavatan toprağı bilinerek savunulmuştur. İkinci Abdülhamit Han döneminde bölgede uygulanan iskân politikalarıyla birlikte Arap-Türkmen birlikteliği tesis edilmeye çalışılmış, Siyasal Siyonizm’in Avrupa’da taraftar toplamaya başlamasının bölgedeki kader birlikteliğinin güçlendirilmesiyle önüne geçilmeye çalışılmıştır. Devlet yatırımları, imar politikaları ve hatta Cemal Paşa, Enver Paşa, İsmet İnönü ve Mustafa Kemal Atatürk gibi Türk tarihinin abide şahsiyetlerinin bu coğrafya ile belirli bir dönem kader birlikteliği yapmış olmaları bile; Türk’ün devlet aklında bu bölgeye vermiş olduğu ehemmiyetin bir göstergesidir.

Bu sebeptendir ki; Milliyetçi hareket Partisi lideri Sn. Dr. Devlet Bahçeli beyefendinin de geçtiğimiz hafta TBMM grup toplantısında kullanmış olduğu “Kudüs bizi biz Kudüs’ü tanırız.” İbaresi; ardılı bin yıl önceye dayanan ve bu coğrafyaya karşı İslam sancağının hadimi olmaktan şeref duyan Türk milletinin bilincini yansıtmaktadır. İş bu sebeple de Kudüs’te ve Filistin’de bugün yaşanılan zulme karşı Türk milliyetçileri olarak sessiz ve naçar kalmamız mümkün değildir. Meselenin en başında ise bugün Filistin’de yaşanan İsrail işgalinin ve nasıl yöntemlerle ilerlediğine dair bir bilincin oluşması ve bu doğrultuda Türkiye’nin alabileceği inisiyatiflerin ve İslam topraklarına uygulanan bu hukuksuzluğun son bulması için uluslararası teamüller ışığında atılacak adımların belirlenmesi gerekmektedir.

SON İKİ HAFTANIN MUHASEBESİ

İsrail-Filistin çatışmasının tam göbeğinde Kudüs, Kudüs’ün merkezinde de Mescit-i Aksa arazisi yer almaktadır. İş bu sebeple İsrail’in 1967 (Altı Gün) Savaşında, uluslararası hukuka aykırı bir şekilde, işgal edip ilhak iddiasını sürdürdüğü Kudüs kenti resmi olarak “İsrail Temel Yasasında” başkent olarak ilan edilmeye başladığı 1980’den itibaren toplumsal atmosferin gergin olduğu bir kent hüviyetine bürünmüştür. Filistin devletin de’facto olarak kurulmasına rağmen 1967 Savaşına kadar Batı Şeria ile birlikte Ürdün yönetimi altında olan Kudüs, 1990’ların Ortadoğu Barış Sürecinde İsrail- Ürdün ilişkilerinin istikrara kavuşmasında kilit bir rol üstlenmiştir. Ürdün siyasal olarak kentin kontrolünü İsrail’e bıraktığını resmen kabul ederken ve Kudüs’te ve Batı Şeria’da bulunan Filistinlilerin Ürdün pasaportu taşımasını kabul etmiş buna karşılık da İsrail, Kudüs’te muhkem bir şekilde bulunan Filistinlilere oturma izni sağlamış ve İslam alemi için kutsal olan Mescid-Aksa arazisinin idaresini Ürdün Vakıflar Bakanlığına bırakmıştır (Bugün Aksa vakfının yönetimi Filistinlilerden oluşmakta fakat tamir, bakım vb. inisiyatifler Ürdün makamlarınca kararlaştırılmaktadır).

Fakat, yine aynı yıllarda Ortadoğu Barış Sürecine tezat bir temel yasa olan “Serbest İşgal Hakkı Temel Yasası” İsrail meclisinden geçerek son 30 yılın yasadışı yerleşim krizinin temelleri atılmıştır. Ayrım duvarı inşa edilmeden önce Gazze’de, 1994’ten beri başta Batı Şeria’nın pek çok bölgesinde ve Doğu Kudüs’te yasadışı yerleşim bölgeleri kurmak suretiyle ülkeye yeni gelen yahut maddi yardıma/ barınmaya ihtiyacı olan aşırıcı Yahudileri bu bölgelerde istihkam ederek hem İsrail-Filistin çatışması körüklenmiş hem de İsrail’in toplumsal dinamiklerinin iki ana unsuru olan Arap ve Yahudi İsrail vatandaşlarının arasındaki pamuk ipliğine bağlı bağlar ise kesilmeye başlanmıştır.

7 Mayıs 2021 Çarşamba günü Şeyh Cerrah mahallesi ve Mescit-i Aksa arasında cereyan eden olaylar, mevcut başbakanlık görevi sol muhalefetin hükümeti kurmasıyla son bulacak olan, Netenyahu’nun kamuoyunu Filistin karşıtı politikalara yönlendirmek amacıyla, Arapları provoke ettiği ve İslam’ın üçüncü kutsal mescidine İsrail Güvenlik Güçleri ve yasadışı yerleşimcilerle birlikte saldırı düzenlettiği bir gün olarak tarihe geçmiştir. Bu noktadan sonra olaylara, Hamas’ın müdahil olması ve İsrail topraklarına yapmış olduğu roket saldırılarında yine alışılmışın dışında bir başarı elde etmesi, buna rağmen Netenyahu’nun tansiyonu düşürmek yerine İsrail toplumunun aşırı uçlarını tetiklemesi sonucu olaylar kontrolden çıkmıştır.

Hamas’ın roket isabet alanının İsrail’in 2/3’üne denk gelmesi (Kayzeriye’nin güneyinden, Bir’üs Sebi’nin güneyindeki Dimona’ya kadar ki çeyrek daire dilimi) savaşı İsrail’in pek çok kentinde yaşayan sivillerin kapısına kadar dayandırmıştır. Kudüs’te yaşanan toplumsal gerilim önce Lid, Ramle ve Rişon Letsiyon gibi Tel Aviv-Kudüs hattındaki kentlere sıçramış, 12 Mayıs itibariyle de Akka ve Hayfa gibi Arap nüfusun çoğunlukta olduğu kentler ile Bat Yam ve Kayzeriye gibi Yahudi nüfusun çoğunlukta olduğu şehirlerde adete bir sivil savaş atmosferine evirilmiştir. Nasıra, Teberiye, Um’ul Fehm gibi kuzey şehirlerde İsrail vatandaşı Arapların ayaklanmaları her geçen saat Arap toplumundan gelen destekle güçlenirken, bu isyanı alevlendirecek aşırıcı Yahudilerin Filistinlileri linç etme görüntüleri de yayılmıştır. Gazze’de İsrail Hava Kuvvetlerinin saldırıları her müdahalede olduğu gibi sivil can kayıplarını da beraberinde getirmiş fakat, Gazze ve Kudüs, Kudüs ve 48 Arapları diye tabir edilen İsrail vatandaşı Araplar arasındaki manevi bağı da güçlendirmiştir.

KUDÜS’TEN BİZE KALAN

Gazze-İsrail arasındaki karşılıklı olarak 11 gün boyunca süren saldırılar, Gazze’de pek çok sivil yerleşimin yok olmasına 80’i çocuk 250’den fazla Filistinlinin hayatına mal olurken, Yahudi toplumunu ise Gazze’den ateşlenen roketlere karşı çaresiz bir beklemede bırakmıştır. Bu olayların yaşandığı dönemde ve sonrasında belki de Kudüs ve Filistin için çok da yabancı olmayan geçici bir ateşkes ortamı tesis edilmiş olsa da Türk milleti için Kudüs’ün önemi ve İsrail’in bölgedeki kanunsuz davranışlarına karşı verilen diplomatik mücadele hafızlara kazınmıştır. Meclis kürsüsünden İsrail zulmünü en gür şekilde dile getiren MHP lideri Sn. Dr. Devlet Bahçeli ve Birleşmiş Milletler nezdinde diplomasinin tüm unsurlarını devreye sokan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip Erdoğan Türk milletinin ve İslam aleminin haklı davasını savunan liderler olarak tarihe geçmişlerdir.