2000’lerin başında yayınlanan ABD’li siyaset bilimcilerin uluslararası siyasetin evirildiği noktayı; gelinen son nokta olarak değerlendirdikleri pek çok analiz hem akademik camianın hem de reel siyasetin bir gerçekliği olarak batının sembolize ettiği pek çok değerin dünya tarihindeki kesin zaferi olarak değerlendirmeye başlamıştır. Ne var ki; “insani müdahale”, “demokrasi ihracı”, “bölgesel haritaların değiştirilme çabası” ve “ekonomik bağımlılık oluşturma” gibi yöntemler ABD öncülüğündeki Atlantik bloğunun müdahalede bulunduğu bölgelerde bitmek tükenmek bilmeyen kaos silsilesini tetiklediği gibi, müdahaleyi gerçekleştiren ülke nezdinde de büyük ölçekte kaynak sarfiyatı, vergi mükelleflerine karşı yönetimlerin artan sorumlulukları, küresel ekonomik rekabet içerisinde büyüme kalemlerinin gündelik yaşamdan askeri sektöre kaydırılması gibi yıpratıcı sonuçlarla yüzleşmek zorunda kalınmıştır. Tam da bu noktada kendi kullanmış olduğu sert güç unsurlarının geri dönüşünü ekonomik ve politik yıpranma olarak ABD, 2020’li yılların daha ilk başlarından itibaren “geri çekilme” olarak yorumlanan ve özünde "yeniden konumlanma" motivasyonuna sahip yeni bir küresel politika stratejisi oluşturma zarureti içerisinde kalmıştır.

AB ve ABD’nin 90’lar ve 2000’lerin ilk on yılındaki küresel yönetişim içerisindeki paralel menfaatleri Bush’un “Yeni Dünya Düzeni” olarak bahsettiği evrenin en bariz özelliklerinden birisi olmuştur. Fakat, 2010’lu yıllar boyunca dünyanın farklı coğrafyalarındaki bazı bölgesel aktörlerin ABD dominasyonunu zorlayıcı bir pozisyona erişmeleri ve Rusya ve Çin gibi küresel aktörlerin ABD'ye karşın başardıkları ekonomik ve politik cazibe merkezi olabilme durumu batının yeksenak küresel tavrında esnemelere hatta farklılaşmalara yol açmıştır.

Bu iki temel rekabet unsurunun ötesinde Türkiye ve benzer aktörlerin durumu Iise Pasifik-Atlantik arasında kalan eski dünyanın orta kuşağındaki ülkelerin doğu-batı dengesi sayesinde coğrafi pozisyonlarını politik avantaja çevirme çabalarını sembolize etmektedir. Türkiye'nin Pakistan-Çin hattından Libya-Etiyopya/ Macaristan-Sırbistan hattına kadar olan geniş satıhta çoklu ilişkiler tesis eden bu ilişkileri soğuk savaş dönemi bağlı oldugu blokun ötesinde milli menfaatler çerçevesinde tesis ediyor olması da ABD icin he-saplanamayan bir gelecek tehdidi olarak görülmektedir. Zira, ABD dış politikasının hali hazırda yasadıgı problemlerin ötesinde kendi direktiflerinden çıkmayacak unsurlara katlanma kapasitesi hiç olmadığı kadar düşüktür. Bu sebeple Türkiye ya ABD'nin keyfi politikaları doğrultusunda kendisini yörünge devlet konumuna indirgeyecek ya da ABD'nin Ortadoğu ve Türkistan'dan çekilmesi sonucu Yunanistan üstünde kurduğu yeni tehdit karşılama hattının ötesinde kalacaktır. Bu tehditkar tavır ise Türkiye'nin milli savunma hamlesindeki çok yönlü gelişim ve diplomatik anlamda bloklar ötesi kurdugu illşkilerle güçlendirildiği takdirde kendisini izole eden değil kendi statükosunu oluşturan bir aktör konumuna evrilecektir. Tür-kiye'nin bağımsız dıs politikada ısrarı ve küresel manada uluslararası kurumların bir hegemonya aracı olmamasına dair geliştirdiği eşitlikçi söylemin durumu uzun yıllardır nadasta kalsa da tohumların yeni yeni filizlendiği görülmektedir.

Günümüz küresel nizamının en yüksek mercii olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, kendi üyelerine oluşturduğu ayrıcalıklı egemen otorite ile dünyanın mevcut krizlerine cevap veremez hale gelmiştir. İş bu noktada milli dış politikadan ve milli meşru çıkarlardan taviz vermeyen bir Türkiye'nin "adil düzen" çağrıları da cevapsız kalmamaktadır. Başta Türkistan. Kafkasya ve Afrika'daki ulusların bu doğrultuda pek çok uluslararası meselede Türkiye'den yana tavır almasının ardından geçtiğimiz ay içerisinde Rusya Dış Işleri Bakanı Sergey Lavrov ve ardından Devlet Başkanı Vlademir Putinin BMGK hakkındaki işlevsizlik ve adil olmama söylemleri de uluslararası gündemde ses getirmiştir. Bu ve bunun gibi örneklerin bugün Rusya tarafından dillendirilmesi, yarın Pakistan, Brezilya, Çin ve hatta İngiltere tarafından dile getirileceğinin bir sinyali olarak değerlendirilmelidir. Zira küresel yönetişimin dominant unsurları sisteminin aktörlerinin güçlerindeki değişmenin farkındadır ve güçlerin dengelenmesi adına dünyadaki uluslararası ilişkiler denklemine yükselen bölgesel güçlerin ağırlığının dahil edilmesine ihtiyaç vardır.