''VAKTİYLE Bir ATSIZ varmış, derlerse ne hoş! Anılmakla hangi gönül olmaz ki sarhoş..” demiş bizi deli taylara bindirip Asya’nın bağrında dolu dizgin koşturan kelam sahibi…

Geldik bu amansız fezaya ve gitmekteyiz de adım adım, günleri derdest edip mi geçmekteyiz yoksa Atsız misali vaktiyle anılmak telaşında mıyız..? Şu ölümlü dünyada ölümsüz olabilme arzusu… Her yeni yaşı bir lütuf bilip gönülden akıla, akıldan hale yansıyan bir irfanın, ruhumuzu mühürlü bedenden azad etmesi… Yani yaşamanın anlamına varış.

Nasıl bir yaşamak arzuluyoruz..? Bence insanlığın durup düşüneceği en temel soru bu.. Tüm boşlukları dolduracak, tabi ancak fani bedeninde diri kalmış ruhların anlayabileceği ve bir vicdan muhasebesiyle dünyayı güzelleştirebileceği bir soru… Vaktiyle anılmak arzusu’nu mutlak doğuracak bir soru.. Ölümü yaşatmanın sırrına erdiren soru… İnsan ölünce nasıl anılır, nerde yaşar..? Elbette ki ölümleri öldüren gönüllerdeki yerdir… İnsan gönül eylemeyi ömrüne vazife bildi mi, yaşar elbet gönüllerde ve dünya bir kişi hürmetine bir tık daha güzelleşir...

Peki şu kör dünya nasıl bir yer, ya da bu dünya nasıl bir yer haline getirildi..? -Gerçekliği kötülükle denk ettiler ve bizi gerçeklerin acılığına ikna ettiler… Oysaki bir yol ayrımı sunmadı mı yaradan, iyilik yok muydu diğer seçenekte..? İyilik çokça seçilseydi, şu dünyanın gerçekliği acı tanımlanır mıydı..?

Tüm klişe tanımlardan sıyrılıp bir sorgulayalım, bu tanımları yapan da biz değil miyiz… Gerçekliği acı, iyiliği hayal bildiren insanoğlu değil mi..? Daha çocuk yaşta masallarla işleniyor bu fikir, hiç düşündük mü..? Mutlu sonlar hep masallardadır safsatası, gerçekten gerçeklik mi yoksa seçim mi… İyiyi seçip gönlünün ekmeğini yemek varken, kötüyü seçip hırsının acı lokmasını yutmak arzu duyulan bir seçim… Çünkü insanoğlu ruhunu hapsediyor fani bedenine ve elbette ki bedenin ve ruhun bu hayattaki seçimi farklı … Ruhunu öldürmüş insanların çoğunlukta gelmesi yahut sesinin gür çıkması insanlığa kara bulutlar çöktürüyor… Sonra gerçeklikler acıdır, tanımı yapılıyor. Güzellikler hayallere hapsediliyor ve aynı zamanda da insanın içine…

Baktığımızı görmeye ciğerimizin yetmediği bir zamandayız… İnsanın insana tahammülü yok, siyaseti, ticareti, muhabbeti hepsi hırsın yönetiminde ve haliyle dünya daha kötü bir halde… İyiliğin elçisi olarak boy gösterenler dahi iyilikten bi haber, iyilik artık sadece bir maske olmuş… Misal gündemden faydalanma peşine düşen Memleketimizin sanatçı(!) geçinenleri dahi hızlı konuşma marifetlerine hainlik serpiştirerek iyi dileklerini hırs ile icra ediyorlar… Oysa sanat anılmak gayesinin icra edildiği en müsait mecra ama ruhun ölümsüzlüğü değil bedenin arzuları besliyor sanat dedikleri şeyi… İyiyi kötüyü ayırt edemeyen, kötülüğü iyilikle bezeyen bir zihniyet öneriyorlar bize… İşte dünya dedikleri bu kadardır, demeye çalışıyor çağın karmaşası, irfan sahibi olan gönülleri sindirmek için…

Halbuki dünya dedikleri gönlümüz kadardır, gönlümüzün ekmeğini yeriz … Bu gün yeni bir doğum için şahlanan, yapraklarını giydirip doğaya feda eden, yeni bir yaş alan tabiatın arzusuna kulak verelim olmaz mı..? Güzellikleri masallara mahsus bir meziyet olma zincirinden ayırsak… Çağın her geçen gün yükselen kargaşası arasında ruhumuzu bulsak… Arsız arzularla harcadığımız zamanın gönlünü, ölümsüz arzulara meylederek alsak ve yaşamayı yaşasak, ölümü öldürsek… Vaktiyle hakikatle anılmak telaşesine kapılıp, gönül işçisi olsak… Çünkü insanlık arasındaki mesafe bir gönül kelamını işitecek kadar yakın, bir fani haykırışı duymayacak kadar uzak… İnsanı insana düşman eden akımlara inat, insanı insana deva eylesek… Ölümleri gönüllerde öldürsek… İnsanı insanlıkla yaşatsak…

“Edeple gelen Lütufla Gider” diyor Mehmet Emin Tokadi Hazretlerinin türbe girişinde… İşte bu dünya da böyle lütuf bilip Edeple varırsak lütufla da gideriz… Velhasılkelam; yaşamak zarif bir meziyet, alınan yaşı lütuf bilirsek eğer…