BUGÜNKÜ CHP’NİN UNUTTUĞU ATATÜRK VE CUMHURİYET İLKELERİ (7)

Milli bütünlük, halk egemenliği ve tam bağımsızlık anlayışının doğal sonucu olmaktadır. Milli birlik ve beraberlik, milliyetçilik ilkesinin bir uygulanışı olduğu kadar, milliyetçiliğin oluşmasında da temel bir ilkedir. Milli bütünlük politikasının temel belgesi Misak-ı Millî’dir. Milli dış siyaset, ulusal sınırlar içinde, ulus ve ülkenin mutluluğuna çalışmaktır.

Bir milletin içinde yaşayan farklı dil, din, düşünce, inanç dairesine mensup olanların ortak idealler ve menfaatler etrafında bir arada yaşaması ve bütünleşmesi anlamına gelen “milli birlik” esası, milliyet duygusunun oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Gerek hukukçular ve gerekse sosyologlar bireylerin milletlerine bağlılık ve sadakatlerinin milletlerin yaşamasında önemli bir etken olduğu kanaatini taşımaktadırlar. Milletlerin oluşmasında; vatan (yurt) birliği, dil, kültür ve ideal birliğinin önemli bir yeri vardır. Milletleri, milli bir ürünü olan dil, millet varlığına en kuvvetli basamak olmakla birlikte milli şuurun devamlılığının teminatıdır. Sosyologlar fertlerin mensup oldukları topluluğa (kabileye, kavme, millete) duydukları bağlılık duygusuna, “zümre şuuru”, “zümre hissi”, veya “zümre zihniyeti” ismini veriyorlar. Mustafa Kemal Atatürk; insanların sosyal, biyolojik, düşünce farklılıklarına bakmaz, onları bir milletin fertleri olarak görür. Bu hususta ise; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir. ” demektedir. Milli birlik ve beraberlik hissiyatının en üst zirveye ulaştığı istiklal mücadelemizin ilk günlerinden itibaren önder kadro tarafından milli devletin hassasiyetlerinin ön planda tutulmuş olduğunu görmekteyiz. Özellikle kongreler sürecinde yeni kurulacak devletin beşeri unsurunda bir ayrılık gözetilmemiştir.

Mustafa Kemal Atatürk’ün bu konuda birleştirici ve yapıcı görüşünü şu ifadeler çok açık bir şekilde yansıtmaktadır: Bugünkü Türk milleti siyasi ve içtimaî camiası içinde kendilerine kürtlük fikri, çerkezlik fikri ve hatta lazlık fikri veya boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış tevsimler (adlandırmalar) birkaç düşman âleti, mürteci beyinsizinden maada hiçbir millet efradı da umum Türk camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlaka, hukuka sahip bulunuyorlar. Milli bütünlük, halk egemenliği ve tam bağımsızlık anlayışının doğal sonucu olmaktadır. Milli birlik ve beraberlik, milliyetçilik ilkesinin bir uygulanışı olduğu kadar, milliyetçiliğin oluşmasında da bir temel ilke görevini de icra etmektedir. Milli bütünlük politikasının temel belgesi “Milli yemin” yani “Misak-ı Millî’dir. Milli dış siyaset, ulusal sınırlar içinde, her şeyden önce kendi gücüne dayanarak varlığını korumak, ulus ve ülkenin mutluluğuna çalışmaktır. Türk milletini bölmeyi amaçlayan gerek dış gerekse iç tehdit unsurlar “Türkiye halkları” deyimi gibi gerçekten uzak zararlı görüşlere yer vermek suretiyle, bu ve benzeri tanımlamalar ülke bütünlüğüne yönelik Türk Devleti’ni çeşitli halklardan oluşan, değişik bünyeli bir devlet anlayışını amaçlamaya yöneliktir. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti milli sınırlar içinde Türklük duygusuyla yaşayan herkesin ortak devletidir.

ÇAĞDAŞLAŞMA

Osmanlılarda, Tanzimat döneminde başlayan Batılılaşma hareketi çeşitli sahalarda devam ederek ilerlerken, Türkiye’de gerçek anlamda Batılılaşma ya da modernleşme Mustafa Kemal Atatürk zamanında başlamıştır. Çağdaşlaşma her şeyden önce, çağdaş bilime dayalı bir medeniyeti gerçekleştirmektir. Milletimizin her konuda, çağın şartlarına göre donanımını ve medeni anlamda çağı yakalamayı ifade eder. Başka bir deyişle; milletin kalkınması ve mutluluğu için çağdaş uygarlıktaki kurumların aynen benimsenmesidir. Batılılaşma ise; bazı ilim adamları tarafından, çağdaşlaşma ile aynı anlamda kullanılmakla beraber; Türk milletini maddi ve manevi yönden çağın şartlarına uygun olarak, insanca yaşatmayı ifade eder. Mustafa Kemal Atatürk, Batılılaşmayı modernleşmek anlamında kullanırken, Batılılaşmadan sadece medenileşmeyi kastetmiş, bunu Batı’nın bütün değerlerini aynen almak olarak düşünmemiştir. Çağdaşlaşma ve Batılılaşma yolunda giriştiği hareketlerde, her zaman Türk milletinin kendi milli değerlerine büyük önem vermesi gerekliliğine dikkat çeken Mustafa Kemal Atatürk, şu ifadelere yer vermiştir. Bir ulus varlığı ve hukuku için, bütün kuvvetiyle bütün maddi ve düşünce gücüyle ilgilenmezse, bir ulus, kendi gücüne dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlayamazsa, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz… Bireyler düşünür olmadıkça, tolumlar istenilen yöne, herkes tarafından iyi veya fena yönlere sürüklenebilir. Kendini kurtarabilmek için her kişinin geleceği ile doğrudan doğruya ilgili olması gerekir.

Çağdaşlaşma ve Batılılaşma, taassuptan uzak ve her zaman yeni gelişmelere, bilim ve teknolojiye açık olmayı ifade eder. Bu anlamda Türk milletini en ileri seviyeye ulaştırmak hedefinden hareketle, inkılâpçılık ilkesini bütünler. Mustafa Kemal Atatürk, çağdaş medeniyetler üzerine yükselmek için girişilecek teşebbüslerin yapılacak inkılâpların en başta halk tarafından benimsenip kabul görmesi gerektiği inancını tüm yaşamı botunca taşımıştır

AKILCILIK VE BİLİM

Bilimsellik, olaylara bilimsel gözle bakmayı, gerçeği bilimsel gözle araştırmacı, hurafelere, doğmalara, peşin yargılara sapmadan aklı hâkim kılmayı gerekli kılar. Akılcılık ise; bir felsefi akım olarak, Türk inkılâbının felsefi tabanını teşkil eden bir unsurdur. Bilimsellik ile bir arada yürür ve gerçeği arayıp bulmaya yarayan bir yol olarak anlaşılır. Bu akıma göre, akıl her şeyin üstünde ve her şeye hâkimdir. Akılcılık, bilginin kaynağını ve bilginin nasıl kazanıldığını açıklayan Descartes’in 17. yüzyılda geliştirdiği felsefi bir akımdır. Gerçekler aranırken akla dayandırılır. Akla uygun olmayan tüm davranış ve olaylar gerçeğe uygun değildir.

Türkiye’de, özellikle hilâfet makamının kaldırılmasıyla devletin laikleştirilmesi yönünde büyük adım atılmış ve bu tarihten itibaren devlet yönetiminde din ve diğer bazı manevi değerlerin etkisine son verilmişti. Bu unsurların yerine ise; akıl, mantık ve bilimin doğrularına dayanan yeni kurallar konulmuştur. Mustafa Kemal Atatürk’ün düşüncesinde ve gerçekleştirdiği Türk inkılâbının temellerinde akılcılık ve bilim izleri bulunmakla birlikte, bu esaslar çok önemliydi. Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletini her yönüyle çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırmaya çalışıyordu. Bunun, her şeyden önce çağdaş bilimi yakalamakla mümkün olduğunu düşünmüş ve bilimi devlet ve toplum hayatında hâkim kılmaya gayret etmiş ve akla ters düşen her şeyi reddetmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bilimsel değerler ve akılcılık prensibine göre yönetilmesi gerektiğini düşünmüş; “Bizim akıl, mantık ve zekâ ile hareket etmek şiarımızdır, akıl ve mantığın halledemeyeceği mesele yoktur.” diyerek bu husustaki fikrini en açık şekilde ifade etmiştir.

Mustafa Kemal Atatürk, her zaman aklın rehberinin de bilgi ve bilim olduğunu savunarak, devlet hayatında bilim ve bilimsel doğruların hiç bir şekilde göz ardı edilmemesi gereği üzerinde durmuştur. O, bu konuyla ilgili olarak 10 Yıl Nutku’nda da; “Türk milletinin yürümekte olduğu gelişme ve medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşgale müspet ilimdir. ” diyerek, devlet ve millet hayatında bilimin önemini açıkça vurgulamıştır.

İNSAN VE İNSANLIK SEVGİSİ

İnsan; devlet, millet ve diğer bütün değerlerin temelini oluşturur. İnsanın düşünülmediği bir sistemde, hiçbir şeyin kıymeti yoktur. Bu sebeple, Türk inkılâbının en büyük özelliklerinden birisi de insana ve insanlık sevgisine verdiği değerde görülür. Mustafa Kemal Atatürk, “Biz kimsenin düşmanı değiliz, yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız. ” sözüyle bunu açıkça ortaya koymuştur.

Mustafa Kemal Atatürk’ün temel ilkelerinden birisi olan milliyetçilik, milletlerarası hoşgörüyü ve yardımlaşmayı gerektirir. O, her türlü meseleleri barış havası içinde çözmeyi amaçlamış ve barış için hoşgörü, karşılıklı güven ve sevginin olması gereğine inanmıştır. Mustafa Kemal Atatürk başka milletlerin de bize ve bağımsızlığımıza saygı duymasını istemiş ve bu çerçevede her şeyin çözüleceğini düşünerek, Türk inkılâbına bütün insanlığa kucak açan, sevgi ve barışı arzulayan bir karakter kazandırmıştır. Ayrıca Ulu Önder, millet menfaatleriyle, bütün insanlığın değerlerinin birleşeceğini savunmuş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin şahsında bunu, koyduğu bu ilke ile dünyaya göstermiştir.

BARIŞÇILIK

Milli Mücadele döneminden itibaren izlenen dış politikanın temelini teşkil eden “yurtta sulh, cihanda sulh ilkesi”, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra da aynı şekilde üzerinde durulan bir dış politika prensibi olmaya devam etmiştir. Mustafa Kemal Atatürk tarafından; yapıcı, tutarlı ve akılcı bir dünya düzenin var olmasını sağlanmak maksadıyla ortaya konulmuş olan bu ilke, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin barış içinde kalkınabileceği düşüncesinin bir gereğidir. Çünkü savaş hem Türkiye, hem de bütün dünya için bir felakettir. Her şeyden önce, içerideki barışın sağlanabilmesi, şüphesiz bütün dünyanın barış ortamı içinde bulunmasıyla yakından ilgilidir. Dolayısıyla barış, içeride ve dışarıda bir bütün olarak düşünülmelidir.

Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin insani değerlerin hüküm sürdüğü bir atmosferde yaşamasını istiyordu. Mustafa Kemal Atatürk, her zaman Türk milletinin insanca yaşamayı bilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu ise, ancak bütün dünyada barışın hâkim olmasıyla mümkün olabilirdi. Bu sebeple Mustafa Kemal Atatürk, barışın sağlanarak, Türk milletinin rahat yaşamasını temin etmek maksadıyla, böyle bir ilkeyi koymayı uygun görmüştür. Yurtta sulh, cihanda sulh, insanlığın en büyük ihtiyaçlarında birisi olan barış nizamını, bütün dünyaya getirebilecek bir ilkedir. Bu noktada, bütün insanlığın özlemini gerçekleştirmeyi amaçlar.

Cumhuriyet düzeninin çağdaş insanlık hedefleri doğrultusunda gelişebilmesi için çok büyük katkılar getirmiştir. Tüm milletleri insanlığın birer parçası olarak görmek, ayrım yapmadan saygı göstermek barışçıl tutumun ana özelliğidir. İç politikada da, dış politikada olduğu gibi barış ana hedef olmuştur. Yurtta barışın sağlanabilmesi için çeşitli çabalar gösterilmiş, insanlar arasında hiçbir ayrıma yer vermeden, eşitlik düzeni en geniş anlamıyla kurulmaya çalışılmıştır. Toplumda sınıflar arası dengeye de önem verilmiş, cumhuriyet devleti olmaya çalışılmıştır.

Bu ilke elbette bazılarının dayattığı gibi, milli meselelere ve ülkenin, milletin çıkarlarına karşı kayıtsız kalmayı gerektirmez. Bu ilke ülkemizin milli menfaatlerini gerçekleştirmesine engel değildir. Nitekim Atatürk’ün Boğazlar konusunda ve Hatay meselesindeki tavırları ile uygulamaları bütün açıklığı ile bunu göstermektedir. Barışın temsilcisi olmak, barış istemek milli çıkarlarımızın takipçisi olmamıza engel değildir.

NOT: Bu yazı dizimizin kaynakları için şu eserimize bakınız: Ali Güler, Türk’ün Tarihi-4 Cumhuriyet’in Faziletinde, Halk Kitabevi, İstanbul, 2016. BİTTİ