MEHMET AKİF ERSOY’UN MISIR’DAKİ HAYATI -2 (EKİM 1925-HAZİRAN 1936)

Mısır’da hastalığı ilerleyen Akif, 1936 yılı mayıs ayında Türkiye’ye dönmeye karar verdi. ‘Mısır çöllerinde ölüp kalacağım’ diye çok muzdarip oluyordu. Önce eşi İsmet Hanım’ı gönderdi. Sonra da kendisi 14 Haziran 1936’da Mısır’dan İstanbul’a hareket etti. 17 Haziran’da İstanbul’a geldi. Vatanı gözünde tütüyordu.

AKİF, neler ve kimleri dinliyordu? Akif, yemekten sonra biraz gramofon çalardı. Çok plakları yoktu. Fakat mevcut olanların hususi kıymetleri vardı. Şerif Muhiddin Bey’i (Targan) (1892-1967) çok sevdiği için evvela onun plaklarını çalar, elini şakağına koyarak derin bir sükûnetle onları dinlerdi. Şerif Muhiddin Bey’in plakları arasında udla çalınmış alafranga iki parça vardı: Şarkın Sevgisi, Koşan Çocuğa. Muhiddin Bey bizzat bunları bestelemiş, Amerika’dan Akif’e göndermişti. Akif, Amerika’da bulunan Muhiddin Bey ile daima haberleşirdi. O orada yalnız, memleketinden uzak, gurbet ellerinde… Akif’ten mektup alınca çok duygulanır, “beni yalnız Akif düşünür, hatırlar” diye ağlarmış. Akif, Şerif Muhiddin Bey’in fazilet ve irfanına, musiki dehasına âşık idi. Böyle yüksek bir dehanın yabancı memleketlerde kalmasına çok üzülürdü. Mısırlılara çık kızıyordu. Böyle bir sanat dâhisinden neden yararlanmıyorlardı? Hem Doğu, hem Batı musikisinde en yüksek dereceye varmış bir üstat, bir sanat dâhisi bu müzikleri mecz ederek yeni bir şeyler çıkarabilirdi.

Akif, Mısır musikişinaslarına Şerif Muhiddin Bey’in dehasından bahsettikçe Mısırlılar kesinlikle inanmazlardı. “Udla bu plak nasıl çalınır?” Derlerdi. Akif, yemin eder onları inandırmaya çalışırdı. Akif’e göre Şerif Muhiddin Bey musikiyi öyle bir hale getirmişti ki, artık istediği şeyi tasvir edebilirdi. Mızrap darbeleri arasındaki zamanı kaldırmıştı.

Akif şöyle derdi:

- Resulullah’ın neslinde derler ki bir feyiz var. Ben bunu anlamazdım. Fakat Muhiddin Bey’i dinleyince buna inandım. Bunda mutlaka ondan bir feyiz, bir şemme-i nur (nurun küçük bir parçası) var.

Sonra Tanburi Cemil Bey’in plakları gelirdi. Bunlar onu mest ederdi. Cemil Bey’in en güzel taksimleri, saz semaileri… Bir de Mısırlı Şeyh Ali Mahmud’un plakları vardı. Bunlar da onu çok duygulandırırdı. Şeyh Ali Mahmud’un “Ya Nesime’s-Sabâ” diye bir plağı vardı. Bir dörtlüğünün Türkçesi şu şekilde idi:

“Ey saba rüzgârı selamımı götür Hamyi ceylanları ve Selam Vadisi’ne Belki zaman bir gün izin verir de Karaltılarını görürüm, rüyada da olsa.” Bu çok hazin olan şarkıyı Akif, hemen hemen her gece tekrar tekrar dinler, dinledikçe duygulanırdı. Sonra Hafız Kemal’in mevlit plakları ona ruhani büyük bir zevk verirdi. Mısır’dan ayrılırken bütün bu sevdiği plakları gramofonla beraber Mehmed Bey’e hediye etmiştir.

MISIR’DA HANGİ ESERLERİ VERDİ?

Bu dönem yazdığı çok az sayıdaki şiirlerinden ve dostlarına gönderdiği mektuplardan Akif’in, Mısır hayatının maddi sıkıntılar içinde geçtiğini görüyoruz. Akif, Mısır’da bulunduğu yaklaşık 11 yıl içinde Kur’ân meâli yanında, 1926’da “Secde”, 1928’de “Bir Gece”, 1929’da “Bir Arîza”, 1930’da “Ne Eser, Ne de Semer” ile “Derviş Ahmed”, 1931’de “Said Paşa İmamı”, 1933 Ağustosu’nda ise Safahat’ın son şiiri ve kendi iç dünyasının bir özeti olan “San’atkâr” ı yazmıştır. Bu arada, Şerif Muhyiddin Bey’e hitaben 18 Eylül 1930’da “Şark’ın Yegane Dâhi-i San’atine” ile 1932’de Abbas Halim Paşa’ya hitaben “İkinci Ariza” isimli şiirlerini yazmıştır. Mehmet Akif, 1933 yılı sonunda Safahat’ın yedinci ve son kitabı olan “Gölgeler”i yayımladı. Kitabı Kahire’de Gençlik Matbaasında (Matbaatü’ş-Şebab) eski harflerle bastırdı. Tashih işinde çok güçlük çıktığı için yorulan Akif, bu gençlik matbaası, beni ihtiyarlattı! demiştir.

ABBAS HALİM PAŞA’NIN VEFATI

Akif’in yakın dostu olan Abbas Halim Paşa 10 Ocak 1935’de vefat etti. Mehmet Akif’i en iyi anlayan, en fazla seven ve ona en çok yardım eden Abbas Halim Paşa’nın vefatı Akif’i derinden etkiledi. Paşa’nın son saatlerini ve vefatını arkadaşı Eşref Edib’e üzüntü içinde şöyle anlatmıştır: Oracıkta diz çökerek birkaç saat içinde hatmini tamamladım. Sonra gözlerimi yüzüne diktim. Donmuş kalmıştım. Hiç ağlayamıyordum. Nihayet dayanamadım. Boynuna sarıldım: Canan, niçin gittin? Diyecek kadar gaflet gösterdim. İşte ondan sonra ağlamaya başladım.. O sırada şu kıta bana mülhem oldu: Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiçbiri yok! Sen mi kaldın, yalnız kafileden böyle uzak? Postu sermekse meramın yola, serdirmezler; Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak. Merhumu gözyaşları içinde defnettik. Evime döndüm. Artık bundan sonra Mısır’da duramayacağımı anladım.

AKIF’İN ANTAKYA SEYAHATİ

Abbas Halim Paşa’nın vefatından sonra rahatsızlanan Akif, hava değişimi için Temmuz 1935’de Cebel-i Lübnan’a gitti. Aliye’nin yanında Sûku’l-Garb köyünde otele yerleştirildi. Aynı yılın ağustos ayı başında Cemil Bereket Bey’in, Ali İlmî Fânî Bey’i göndererek davet etmesi üzerine, Antakya’ya geldi. Antakya o sırada henüz Fransız idaresinde bulunuyordu. Asi Nehri kıyısında gençlerle dolaşırken “Antakya’yı nasıl buldunuz?” diye sorulunca “… Havada bir ağırlık var” diyerek şu kıtayı söylemiştir: Viranelerin yasçısı başkuşlara döndüm, Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu. Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum; Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu? Antakya’da bulunduğu sırada, hava değişimi için İstanbul’a gitmiş olan bir Arap dostuna yazdığı 24 Ağustos 1935 tarihli mektubunda şunları söylüyordu: Tebdilihava için bir müddet İstanbul’da kalmanız pek muvafık. Memleketin lâtif havası, temiz suları çarçabuk sizi evvelki hâl-i sıhhatinize iade eder inşallah… Aslında bu duyguları ve tavsiyeleri kendisi içinde söyler gibidir. Hasta Akif, İstanbul’un havasına, suyuna muhtaçtır. Yaklaşık bir ay kadar Antakya’da kalan ve bir on beş gün daha kalmayı düşünen Mehmet Akif, Hilvan’da rahatsız olan eşi İsmet Hanım’dan aldığı mektup üzerine Mısır’a dönmeye karar verir ve 31 Ağustos 1935 tarihinde Antakya’dan (Lazkiye yoluyla) Beyrut’a hareket eder. Bu tarihlerde hastalığı ağırlaşmakta olan Akif’i üzen bir hadise de oğlu Emin’in askerlikten kaçma hadisesidir.

MEHMET AKİF, VATANA DÖNÜYOR

Mısır’da hastalığı ilerleyen Akif’in 1936 yılı mayıs ayında Türkiye’ye dönmeye karar verdiği anlaşılmaktadır. Bu kararın ardından öncelikle eşi İsmet Hanım’ı Türkiye’ye gönderecektir. Eşref Edib’e yazdığı 7 Mayıs 1936 tarihli mektuptan eşi İsmet Hanım’ın 16 Mayıs Cumartesi günü İskenderiye’den hareket eden Romanya postasıyla İstanbul’a hareket edeceğini ve üç gün sonra salı günü İstanbul’da olacağını öğreniyoruz. Mektubun o bölümü şu şekildedir: Bizim refika mayısın on altıncı cumartesi günü İskenderiye’den hareket edecek Romanya postasıyla İstanbul’a geliyor. Vapur üç gecede vardığı için tabii oraya salı günü çıkacaktır. Lütfi Efendi Hoca’yı rıhtıma kadar gönder de kendisini vapurdan alarak Rıza’nın (damadı Ömer Rıza Doğrul) evine götürsün, sen rahatsız olamasaydın bizzat giderdin. Rıza’ya yazsam bu gibi işlerde ne kadar ihmalci olduğunu bilirim. Muhiddin (öteki damadı Muhiddin Akçor) daima taşralarda bulunuyor. Elhasıl Lütfi Hoca’dan münasibini göremedim. Bizim refika birinci mevki ile gelecek. Zira Romanya postalarının ikinci mevkileriyle üçüncüleri arasında nizamsızlık, nezâfetsizlik (temiz olmama) itibarıyle hiçbir fark yok. Onun için beş on kuruş fazla vermeyi daha muvafık gördüm. (7 Mayıs 1936). Eşi İsmet Hanım’dan yaklaşık bir ay sonra da 14 Haziran 1936 tarihinde Akif, Mısır’dan İstanbul’a hareket etti. 17 Haziran 1936 Çarşamba günü İstanbul’a geldi. Son günlerde Mısır’da çok sıkılan Akif, görüştüğü arkadaşlarına, “Korkuyorum buralarda öleceğim, memleketime gidemeyeceğim” diyormuş. Vapurdan Galata rıhtımına çıktığı zaman onu karşılamaya gelenler birdenbire tanıyamadılar. O kadar zayıflamış, değişmişti. Eşref Edip o anı şöyle anlatıyor:

- Nasılsınız Üstad? - İşte gördüğünüz gibi, canlı cenaze! Fakat bununla beraber şimdi memleketine kavuştuğundan dolayı o kadar memnun, hissiyatı o kadar galeyanda idi ki gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Bir gün ihtisâsatını (duygularını) bize anlatırken şöyle demişti: - Boğaz’a yaklaşıp da Çanakkale tepelerini gördüğüm zaman ne kadar mütehassis olduğumu (duygulandığımı) tarif edemem. Bütün o eski hatırat gözümün önünde canlandı. Akif, Mısır’dan vapurla gelirken beraberinde İstanbul Türk Ofisi Müdür Muavini İhsan Faik Bey vardır. Tesadüfen vapurda karşılaşmışlardır. İhsan Faik Bey, hastalığından dolayı çok zayıflamış olan Akif’i tanıyamamış, Akif “İhsan Bey beni tanıyamadın mı?” deyince sarılmışlar. Ondan, İbrahim Paşa’nın oğlu ve Anvers Konsolosu Münir İbrahim Bey’in öldüğü haberini alan Akif biraz da duygusal bir şekilde şunları söylemiştir: Bakalım, İstanbul’a çıkınca daha kimlerin vefatını haber alacağım. Bütün dostlar çekilmiş. Tanıdıkların çoğu toprağa karışmış. Artık benim de son günlerim, yaşıyorum ama tatsız, neşesiz bir hayat. Şimdi memleketimde kim bilir ne kadar yabancı kalacağım. Çok şeyler değişmiş. Çok kimseler tanınmayacak hale gelmiş. İşte görüyorsun, ben de bitkin bir haldeyim. Mısır çöllerinde ölüp kalacağım diye son zamanlarda çok muzdarip oldum. Memleketim gözümde tüttü. Vapura atladım, yola çıktım. Şimdi içimde hep toprağıma kavuşmak hasret ve iştiyakı. Bakalım, belki İstanbul’un havası biraz iyi gelir. İhsan Bey, “İnşallah iyi olacaksınız Üstad” deyince, Akif, “İyilik bizden geçmiş. Yazılacak birkaç eserim var. Onları yazabilecek kadar biraz kudret ve vakitten başka bir şey istediğim yok” diyecektir. Evet! Hastalığı ilerlemiş ve Akif mukadder sona doğru yaklaşmaktadır, kendisi de bunun farkındadır. Akif İstanbul’da vapurdan çıkıp karaya ayak basınca, sayıları 10 kişi kadar olan karşılayanlar arasında; eşi İsmet Hanım, kızı Feride Hanım, Fuat Şemsî (İnan), Midhat Cemal (Kuntay), Eşref Edip (Fergan) ve Askeri Tıbbiye öğrencilerinden Fethi (Tevetoğlu) vardır. Bir de Prenses Emine Abbas Halim’in gönderdiği bir hanım bulunmaktadır. Feride Hanım babası Mehmet Akif’i evine götürmek için annesiyle oraya gelmişti. Fakat Prenses Emine Hanım’ın daveti üzerine Feride Hanım, annesi İsmet Hanımı alarak geri dönecektir. Akif rıhtımda bekleyen otomobile itina ile bindirildi. Fuad Şemsî ile Midhat Cemal ona eşlik ettiler. Prenses Emine Hanım’ın Maçka’daki evine geldiklerinde Prenses tarafından büyük bir sevgi ve samimiyetle karşılandı. Yakın dostu Abbas Halim Paşa’nın yüksek ruhlu, yüksek irfanlı, vefakâr kızı Prenses ona büyük bir şefkat ve ihtimam gösterdi. Onu üç dört gün evinde misafir etti. Ona çok samimi izâz (ağırlama) ve ikramlarda bulundu. BİTTİ