Yapılan ilk toplantıda, Mustafa Kemal’e soyadı için ‘Etel-Etil, Etealp, Korkut, Arız, Ulaş, Yazır, Emen, Çoğaş, Salır, Begit, Ergin, Tokuş, Beşe’ tespit edildi. Son toplantıda, Konya Milletvekili Naim Hazım Onat, ‘Türk’e her alanda atalık etmiş, Türklüğü kurtarmış, istiklaline kavuşturmuş olan büyük gazimize Atatürk soyadını verelim’ dedi ve kabul edildi.

Milli duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması, milli duygusunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığını korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır. Türk dilinin kendi benliğine, aslında güzellik ve zenginliğe kavuşması için, bütün devlet teşkilatımızın dikkatli, ilgili olmasını isteriz.” Atatürk’ün bu konuşmasından sonra hızlanan dilde sadeleşme çabaları, özellikle II. Türk Dil Kurultayı çalışmaları (İstanbul, 18 Ağustos 1934) ile yeni bir evreye girmiştir. Bu kurultay yeni sözcüklerin arayışı bakımından bir dönüm noktasıdır. Özleştirme veya tasfiye hızlanmış, yeni yeni sözcükler icat edilmiştir. “Kemal”in “Kamâl”e dönüşmesinin de bu heyecanlı ve hararetli ortamdaki çabalardan (M. Ö. Alkan, “kazalardan” diyor) biri olduğu anlaşılmaktadır. “Kemal”in “Kamâl”e dönüşümü konusunda sonraki yıllarda pek çok yalan yanlış tez ileri sürülmüş olsa da Atatürk’ün yaşam öyküsü üzerine eser yazmış olan ciddi isimler bu değişimi, isabetli olarak dil devriminin veya dilde sadeleşme hareketinin bir parçası olarak değerlendirmişlerdir.

1937’DEN SONRA KAMAL KULLANILMADI

“Kemal” isminin 1935 başlarında “Kamâl”e dönüştüğü ve 1935 ile 1936 yıllarında yaygın bir şekilde kullanıldığı görülmektedir. Bu iki yıl içinde dönemin basınında isim ya “Atatürk” ya da “Kamâl Atatürk” şeklinde yazılmıştır. Atatürk, 1937 sonuna kadar resmi yazışma ve mektuplarda imzasını “Kamâl Atatürk” olarak kullanmış, 1937 yılından itibaren özel mektuplarını “Kemal Atatürk” veya “Atatürk” diye imzalamıştır. Kütüphanecisi Nuri Ulusu, isim değişikliği günlerinde Atatürk’ün sık sık kütüphaneye geldiğini ve Kemal mi, Kamâl mi” diye kendi kendine konuşarak dolaştığını aktarır. Hizmetindeki Cemal Granda gibi Ulusu da “Kamâl Atatürk” diye kartvizit bastırdığını hatırlatıyor ancak pek dağıtılmadığını belirtiyor. Basında 1937 Mayıs ayı itibarıyla “Kamâl” yerine “Kemal” de yazılmaya başlanmıştır. Dildeki sadeleşme çalışmalarında “tasfiyeden” “yaşayan Türkçeye” dönüldüğü 1936 sonu ve 1937 başlarında, “Kamâl” hassasiyetinin de azaldığı, en azından gazetelerde gerekmedikçe ilk adının kullanılmadığı, “Atatürk” olarak yazıldığı görülmektedir. Genelde “Kamâl”den “Kemal”e dönüşün başladığı da gözlerden kaçmamaktadır. İlk sayısı 1934’te “La Turquie Kemaliste” (Kemalist Türkiye) ismiyle yayımlanmaya başlayan ve 7. sayıdan itibaren adı “La Turquie Kâmaliste” (Kamâlist Türkiye) olarak adı değiştirilen resmi yayın organı Aralık 1937’de 21/22. sayısından itibaren yeniden “La Turquie Kemaliste” adını almıştır. Nutuk’un 1938 baskısı da “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” adıyla yapılmıştır. Bütün bu değişime rağmen yukarıda bahsettiğimiz Atatürk’ün “Kamâl” ismiyle çıkartılan nüfus cüzdanı değiştirilmemiş, bu nüfus cüzdanına göre Atatürk, “Kamâl” ismiyle ölmüştür.

GAZİYE SOYADI İÇİN ÇOK ÖNERİ VARDI

Bilindiği gibi, 1934 yılında çıkartılan 2525 sayılı kanunla, her Türk’ün bir soyadı taşıması mecburi hale getirildi. Soyadı Kanunu, Büyük Millet Meclisince kabul ve Resmi Gazete ile yayınlanıp ilan edildikten sonra, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal için de bir soyadı almak gerekti. Fakat Gazi Mustafa Kemal’e verilecek soyadı ne olmalıydı? Bu hususta gerek “Atatürk’ün sofrası”nda ve gerek Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubu’nda ona layık bir soyadı bulmak için, bazı ileri gelen dil ve tarihçilerin de katılmasıyla, toplantılar yapılmış, bazı isimler tespit edilmiştir. Tespit edilen isimler şunlardı: “Etel-Etil, Etealp, Korkut, Arız, Ulaş, Yazır, Emen, Çoğaş, Salır, Begit, Ergin, Tokuş, Beşe.” Bu isimler, Atatürk’e arz edilmiş ve Atatürk’ün “arkadaşlarla bir kere konuşalım” demesi üzerine ikinci bir görüşmeye bırakılmıştır. Çankaya’da yapılan son toplantıda, CHP Genel Sekreteri (sonradan Milli Eğitim Bakanı) Saffet Arıkan’ın bir yazısında kullandığı söylenilen “Türkata”, “Türkatası” gibi iki ad da kendisine arz edilmiş, fakat Atatürk’ün, “bir de arkadaşlar, ne buyururlar, bakalım” demesi üzerine Konya Milletvekili rahmetli Naim Hazım Onat Bey, “Müsaade buyurulur mu Paşam?” diye söz istemiş, Atatürk de “Arkadaşlar lütfen hocamızı dinleyelim”, diyerek sözü Onat’a bırakmıştır. Naim Hazım Bey, Türk Dil Kurumunda da çalışmış, Türkçeyi-Osmanlıcayı çok iyi bilen, her iki alanın gramer ve sentaks kurallarını gerçekten kavramış bir şahsiyetti. Naim Bey, bu husustaki düşüncelerini şu şekilde açıklamıştır: “Türkata, Türkatası gerek yazılışta, gerek söylenişte bana biraz tuhaf geliyor. Arkadaşlar biliyorsunuz, tarihimizde bir ‘Atabey’ sözü, ünvanı vardır. Anlamı da, yine biliyorsunuz: Beyin, emirin, şehzadenin hatta hükümdarın ilimde, idarede, askerlikte mürebbisi, müşaviri, hocası demektir. Atabey, kullanılmış, tarihe geçmiş bir unvan-ı resmidir. Bu unvanı taşıyan birçok Türk büyüğü vardır. Binaenaleyh biz de, Türk’e her alanda atalık etmiş, Türklüğü kurtarmış, istiklaline kavuşturmuş olan büyük Gazimize ‘Atatürk’ diyelim, bu soyadını verelim. Bu bana, şivemize de daha munis, daha uygun gibi geliyor.” Gazi, Naim Hazım Onat’ın açıklamasını daha yerinde bulmuş, hatta ona teşekkür etmiş, böylece “Atatürk” soyadı üzerinde oy birliği ile durulmuştur. Bundan sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına şu üç maddelik kanun teklifi verilmiştir. “Cumhur Reisi Gazi Mustafa Kemal’e ‘Atatürk’ Soyadının Verilmesi Hakkında Kanun Madde 1. Kemal öz adlı (öz adı Kemal olan) Cumhur reisimize “Atatürk” soyadı verilmiştir. Madde 2. Bu kanun neşri tarihinden muteberdir. Madde 3. Bu kanun, Büyük Millet Meclisi tarafından icra olunur.” Kanun, T.B.M.M.’nin 24 Kasım 1934 tarihli toplantısında oy birliği ile kabul edilmiş ve 2587 numara ile tespit olunmuştur. Bu kanun, usulü gereğince 27 Kasım 1934 tarihli Resmi Gazete ile de “neşr ve ilan” edilmiştir.

ATATÜRK’E BABASI ALİ RIZA EFENDİ’DEN KALAN MİRAS

Mustafa Kemal, “Atatürk” soyadı ile Türk tarihine dayanmaktadır. Soyadına kaynaklık eden “Atabey” unvanı Selçuklu devri Türk devletlerinde yaygın olarak kullanılan bir unvan olup, “Atabeylik” de, Türk devlet geleneği ve hayatında yer alan önemli bir Türk kurumudur. Tarihi Türk milli kültürünün derin izlerini taşıyan bu soyadındaki “Türk” adı da onu bir “milli lider” ve Türk milletinin en önemli “ortak paydası” haline getirmektedir. Tereke Kayıtları: Son yıllarda Yunanistan Devlet Arşivleri belgelerini yayımlayan Prof. Dr. V. Dimitriadis’in, “Bir Evin Hikâyesi” isimli eserinden öğrendiğimiz yeni bir bilgi de Ali Rıza Efendi’nin tereke kayıtları, yani mirasıdır. 13 Nisan 1887 (Hicri:19 Receb 1304) tarihli Şer’iye Mahkemesi Sicil kaydında hem Ali Rıza Efendi’den geriye kalan mallar ve kıymetleri, hem de bunun nasıl tasfiye edildiği ve mirasçıları olan Eşi Zübeyde Hanım ve çocuklar Mustafa, Makbule ve Naciye’ye kalan miktarın ne kadar olduğu, bunun nasıl tasarruf edildiği hakkında ayrıntılı bilgi verilmektedir. Daha önceki bir eserimizde ayrıntılı bir şekilde ortaya koyduğumuz gibi Atatürk’ün babası Ali Rıza Efendi 23 Mayıs 1886 (Rumi: 11 Mayıs 1302) tarihinde vefat etmiştir. Vefatından yaklaşık bir yıl sonra karara bağlanan tereke davasındaki verilere göre Ali Rıza Efendi’nin bıraktığı mallar şu şekildedir: Ali Rıza Efendi’den kala ev dahil toplam maddi değeri 35.155 kuruş tutan bu mallar mahkeme tarafından paylaştırılmıştır (Minha el-ihracat=- Bundan çıkanlar).

Aşağıdaki ilk tabloda cenaze masrafları ve resmi işlemlerin giderleri, borçlar, mihrimüeccel; ikinci tabloda da “Sahibü’l-baki Münkasım beynü’l-verese”, yani kalan miktarın vereseler arasındaki taksimi yer almaktadır Tablo: 4’te görüldüğü gibi, Ali Rıza Efendi’den ev dahil 35.155 kuruşluk maddi değeri olan bir mal kalmıştır. Bu rakamdan cenaze masrafları, resmi giderler ve borçlar için ödenen toplam 30.744 kuruş 10 para çıkarılınca Zübeyde Hanım ve üç çocuk için toplam 4.410 kuruş 30 paralık bir miras kalmıştır. Bu da mahkeme tarafından Tablo: 3’te gösterildiği gibi paylaştırılmıştır. Görüldüğü gibi, Ali Rıza Efendi şahsi eşya olarak, 145 kuruş değer biçilen birkaç parça eşya ile iki kitabı ve 35.010 kuruş değerindeki evi miras bırakmıştır. Ancak başka bir şer’i mahkeme ilâmından, Nuri Efendi adında bir şahsa 28.800 kuruşluk bir borcu olduğunu görüyoruz. Ali Rıza Efendi’nin defin işlemleri için 500 kuruş harcanmış, 28.800 kuruş tutarındaki borç da meblağdan düşülmüştür. Mihr bedelinin bir kısmını karşılamak üzere Zübeyde Hanım’a 751 kuruş ödenmesi kararlaştırılmıştır. 553 kuruş delalet masrafı ve 140 kuruş vergi masrafına ayrılmıştır. Geriye kalan 4.410 kuruş İslam hukuku çerçevesinde aile fertlerine paylaştırılmıştır. Dul kalan Zübeyde Hanım’a 551 kuruş (mirasın % 12’si), oğlu Mustafa’ya (Kemal) 1.929 kuruş (mirasın %44’ü), kızları Makbule ve Naciye’ye her birine 964 kuruş (mirasın %22’si) verilmiştir. Üç çocuğun parası olan 3.859 kuruş, idare edilmek üzere, yetim işlerinden sorumlu olan Emval-i Eytam Müdürlüğüne teslim edilmiştir.

YARIN: Miras kalan iki kitap