“…Büfenin önündeki kalabalık onu şaşırttı. Daha önce şehirde böyle bir kalabalığı ne görmüş ve ne de duymuştu. Şimdi, insanların bir dergi için sıraya girdiğini duyunca ilgilenmeye başladı. “Acaba bu dergi de nedir? Ne olduğunu merak ediyorum. Orada ne yazıyor?” diye söylene söylene herkes gibi o da sıraya girdi.

Ama onu en çok etkileyen şey, bütün gün deniz kenarında bir kuruş için çalışan hamalların kuyruğa girmesiydi. Birbirlerini itip kakarak gürültü yapan hamallar kuyruğun dergi için olduğunu bilselerdi, belki de bu köşkün önünde değerli zamanlarını kaybetmezlerdi. Görünüşe göre birisi onlara büfede yardım dağıtıldığını söylemişti.  Zaten bu diğer arkadaşlarını sıraya çağırmaya yeterliydi.

İnsanların sayı gittikçe artıyordu. Mirza Bey, kalabalığa aldırmadan sabırla bekledi. Sonuna kadar bekleyip bu olayın nasıl sonuçlanacağını merak etti:

-Yahu ne oluyor? Dünyanın işine bak, siyasi çalkantılar zamanı gazete bayilerinde hiç bu kadar kuyruk olmamıştı, ülkeler birbirine savaş açıp kan döktüğün zaman gazetelerin yazdığında insanlar bu kadar ayaklanmamıştı. Ne oldu da şimdi,  hamalından zenginine kadar herkes gazete sırasına girdi?”

Nihayet sıra hamallara geldi. Beşi de hemen büfenin dar penceresinden kafalarını sokup neredeyse satıcının ağzına girecekti:

-Kardeş, vallahi bizim yardıma herkesten çok ihtiyacımız var, ne yardım yapıyorsanız bize de yapın. Gecemiz, gündüzümüz yok, yük taşımaktan canımız çıktı, insan taşımaktan sırtımız eğik. Kurban sana kardeşim, bizi eli boş döndürme. Bize de bu yardımdan ver.

Saçlarına yeni aklar düşmüş düzgün giyimli satıcı, hamalların gürültüsüyle irkildi. Gözlüklerinin altından baktı, sorularına cevap vermeye çalıştı, “Bir dakika... Bir dakika... Burada yardım yapılmıyor, tam tersi yardım toplanılıyor. Bugün, büfede gazete satıp yardım topluyoruz... Anladınız mı?...” dedi.

Az önce, herkesten öne geçip yardım almaya can atan hamallar bu hallerine utandılar.

-Öyle mi? ... Peki yardımın neden toplandığını söyleyebilir misiniz?

- Evet, neden olmasın... Cezayir'de esir düşen Türk kardeşlerimiz için...

Hamallar şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Sırada bekleyenler de artık şikâyet etmeye başlamışlardı. O sırada tüm hamallar aynı anda ellerini ceplerine sokarlar.

- Evet, olsun. Onlar da bizim kardeşlerimizdir. Bizlerden de kardeşlerimize yardım olsun.

Bunun üzerine hamallar, tam beş dergi alıp kuyruktan çıktılar."

Bu veya buna benzer acılı hikâyelerin toplandığı araştırmacı gazeteci Yunis Orucov’un  “Nargin – Sararmış Keder” adlı tarihi romanından alıntı yaptım. 

Nargin, Bakü’nün on kilometre uzaklığında Hazar’da bulunan bir ada. Nargin ismi anıldığında orada yaşanan acıları hatırlamamak mümkün değildir. Nargin sadece bir ada değildir. Nargin, aynı zamanda, Hazar’ın ortasında kederle yüklenmiş, yarım kalan ömürlere tanıklık etmiş, binlerce Türk askerinin kurşuna dizildiğine şahitlik etmiştir. Anadolu Türklüğüyle Kafkasya Türklerinin ortak ağıtlarından biri olmuştur Nargin. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ruslara esir düşen Mehmetçiklerin açlıktan, hastalıktan Vatandan uzak bir vatan toprağında can verdiği yerdir Nargin…

Yunis Orucov, bu tarihi romanında adeta Nargin’i yazmamış, yaşamıştır.  Romanı okudukça duygulanmamak elde değildir. Yer yer sinirleneceğimiz, yer yer gurur duyacağımız bu duygu yüklü romanı sadece Türkiye Türkçesi’ne değil diğer birçok Türk lehçesine aktarılması çok önemlidir. Her bölümü ayrılıkta bir film konusu olacak bir roman, bir belgedir. Yunis Orucov’un kaleminden bu romanın başarılı olmasının sebebi belki de onun bu konuda belgeseller yapmasına bağlıdır. Romanın dilinin akıcılığı, tarihi şahsiyetlerin ve yerlerin geniş ve derinden araştırılması Yunis’in işinin uzmanı ve ustası olduğunu göstermektedir.

Sarıkamış’ta can veren Şuşalı balası Halil’in hikâyesi, canı pahasına Nargin Adası’ndan Osmanlı askerlerini kaçıran yiğitlerin, onlara yiyecek ve ilaç götüren Suna Hanım’ın, bu işe destek olan Zeynelabidin Tagiyev ve dönemin aydınlarının kahramanlıkları, Yunis Orucov’un kalemiyle karşımıza çıkmaktadır.

Bana gören en duygusal ve dokunaklı yeri ise romanın Şuşa şehrinde yazılıp bitmesidir. Bu da bir tarihtir, bu da Yunis’e nasip olmuştur.

“Şuşa sadece Azerbaycan'ın değil, tüm Türk dünyasının, Türk halkının sevgisidir ve bu sevgiyi hiçbir güç bizden alamaz. Yüreğimizde vatan, dilimde Karabağ, aşkımızda Şuşa, hiçbir kuvvet bizi birbirimizden ayıramaz…

Sevgili okuyucu! Kazanan ülkenin vatandaşı olmak inanılmaz farklı bir histir. Karabağ için canını veren kahramanlarımız bu zaferle galip millet imajımızı tamamlamıştır. Biz, Karabağ'a ölmeye gittik, birimiz öldü, binimiz dirildi! Bu tarihi görev, güçlü Azerbaycan devleti, istiklalin kahraman ve yiğit evlatları tarafından Türk kardeşlerimizin siyasi ve manevi desteğine dayanarak yerine getirilmiştir.

Biz Geçmişiz!..

Biz  Bugünüz!..

Biz Geleceğiz! …

Karabağ,  Azerbaycan'ın ebedi gururudur! Karabağ Türk dünyasının "Zafer" yaddaşıdır. Karabağ Azerbaycan'dır! Haziran 2021 - Şuşa şehri.”

Yunis’in bu sözlerinin üzerine söz söylemek ise bana düşmez. Türkiye’de bu romanı bir an önce okurlarıyla buluşması dileği ile… Kalemine, gönlüne sağlık, Yunis Orucov!