Herhalde dünyanın hiçbir ülkesinde bizde olduğu kadar köşe yazarı yoktur.

Herkes köşe yazıyor,(bu satırları yazan şarkıcı da dahil)gazetelerin sütunları haberlerden çok, yazarlarla dolu. Sosyal medyanın yazarlarını saymıyorum. Yazmaya hevesli bir millet olduk. Bu iyi ama yazdığımız kadar okuyor muyuz?

Okumuyoruz; yazılarımızın genel akışı "kahrolsunlar" ya da "yaşasınlar" şeklinde kutuplaşmaya dönüştüğünden,  bilginin insanı disipline eden ikliminden uzak olduğumuz belli oluyor.

Daha önce de bu örneği vermiş olmalıyım: Ziya Gökalp, 1919'da üniversitede ders verirken gözaltına alınır. İngiliz askerleri ve yerli inzibatın arasında koridorda yürürken bir dostu sorar:

-Ziya Bey, hayrola?!!

Ziya Bey, gülümseyerek cevap verir.

-Önemli değil, sosyal vakıa!

Yani Ziya Bey, diyor ki, "Ben Türk milliyetçisiyim, bunlar da işgalci emperyalistler; ben bir duruş sergiledim, İngilizler de tutukladılar!"

Ne hamaset ne öfke?! Bilgi, iman ve kararlılık!

Birinin, olayları sosyal vakıa ile değerlendirmesi için ilmin ışığında hareket etmesi gerekir. İlimle hareket edenlerin de kitaba, bilgiye, hikmete yakın durmaları şarttır.

Yazarlarımız da televizyon hatiplerimiz de sinirli. Medya düzeni hâlâ o anlamsız ve tahrip edici reyting kaygısıyla, bilgiye ekranı kapatmış durumda. Biraz bilimsel konuşanı iki günlük sunucular paylayarak, "Lütfen halkın anlayacağı dilden konuşun" diye susturuyor.

İlmin kendine has bir dili olduğunu televizyonlar öteden beri kabul etmez. Yıllar önce katıldığım bir televizyon programında, popüler kültürün sebeplerini ve kimler tarafından yönlendirildiğini anlatırken sunucunun "Kavramsal konuşuyorsunuz, lütfen halk diliyle konuşun" dediğini hatırlarım. Gazeteler de ilmin dilini sevmez. O yüzden ilmi yazılar dergilerde temsil olunur. Dergileri de ilgilisi okur.

İnternet ilkokulu mezunlarının her şey olabildiği bir dünyada gerçek bilgiye nasıl ulaşacağız?

Aydınlanmaya yönelik örnekler çoğalmazsa, ekranlar bilime, ilme hoyrat davranırsa milletin ilgisi oyuna, diziye odaklanır. Yaşadığımız durum tam da budur. Duygular değişken, bozulabilen, istismara müsait beşeri hallerdir. Bilgi ise bilmenin sorumluluğu ile disipliner bir haldir. Vicdan başka.. Vicdan, aklı selim ve hakikatin buluştuğu en rafine duygu halidir.

Yazalım hem de çok yazalım ama okumadan, öğrenmeden yazmayalım. Çünkü yazmanın sorumluluğu var. Yazmanın dili ve vicdanı var. Hikmetin süzgecinden geçmeyen yazı kaba ve yönü belirsiz duyguların harflere dönüşmüş hali olur.

Dikkat edersek artık harflerimiz bile kelimelerle o ideal birleşimi kuramıyor. Hele sosyal medya tam bir keşmekeş. Kelimeler azalıyor, harfler giderek sese dönüşüyor. Kelimeler azaldıkça bedenin zihne olan tahakkümü artıyor.

Kelimeler gölgeye çekildikçe, dilimiz duygularımıza tercüman olmaktan uzaklaşıyor.

İçimizdeki koşuyu bir an bırakıp durup düşündüğümüzde kelimelerin gücünü anlamaya başlayabiliriz.

Kelimeleri cümle haline getirecek sabrı nasıl öğrensek?

Cümle kurmayı idealleştirdiğimizde daha fazla cem olmayı, bütünleşmeyi öğreneceğiz galiba.

Çünkü açık bir gerçek şudur ki: Dil inşa eder!

Neyi mi? Öncelikle cem-i cümle olmayı!

Yani biz olmayı..