Türkiye’ye ulaşıp burada insanların hayatını karartmaya başlaması mart ayını bulmuşsa da tüm dünyaya yıkıcı etkiler bırakan Kovid-19 ismi verilen bulaşıcı hastalığı tam bir sene önce duyduk. Bugün itibarıyla 82,5 milyon kişiyi hasta eden ve 1,8 milyon kişiyi hayattan koparan bu salgın, 2020’nin son gününde dönüp geriye bakıldığında, bu senenin en önemli olayı olarak göze çarpıyor.

1,35 milyardan fazla nüfusa sahip Çin gibi devasa bir ülkenin Vuhan adlı küçük bir şehrindeki bir pazarda satılan hayvanlardan insanlara bulaştığı varsayılan bir virüsün, dünyanın diğer bir köşesinde yaşayan, Çin’e yolu düşmemiş, hatta Vuhan ismini hiç duymamış bir kişinin ölümüne yol açacağı kaç kişinin aklına gelirdi ki? Sadece distopyalarda olabileceği düşünülen böylesi bir gelişmenin, kurgu değil hayatın ta kendisi olduğu idrak edildiğinde; insanların, toplumların ve onun organize olmasıyla vücut bulan devletlerin bu salgından etkilenmemesi mümkün olabilir miydi?

Gerçekten de son bir yıla bakıldığında, hızla tüm dünyayı saran koronavirüs salgınının insana dair her şeye etki etmiş olduğu kolayca görülüyor. İnsan sağlığı başta olmak üzere, ekonomiden siyasete, kültürden hayat alışkanlıklarına, insan psikolojisinden tarıma ve teknolojiye kadar hemen her alanda salgının vurucu etkisini hissetmek mümkün. Ölümcül hastalığın asli muhatabı olan insan ve onun elinin değdiği her şey, bir dönüm noktasına gelmiş durumda.

Salgının kurbanı olma korkusu yaşayan insanlar, lüks evlerinde oturup pahalı arabalarıyla gittikleri AVM’lerde yaşadıkları eğlence ve alışveriş çılgınlıklarını özlemle anarken, basit bir maskenin ölümle kalım arasındaki çizgiyi çizebileceğini düşününce hayatın ne büyük tezatlarla dolu olduğunu idrak ettiler. Beklenmedik bir anda beklenmedik şekilde gelen böylesi bir şok, ister istemez insanlığın geleceğinin tartışılmasına yol açıyor.

Salgını durdurmanın tek yolunun aşının bulunması olduğu kanaatinin herkesçe kabul edilmesi, bilime olan inancı pekiştirdi. İnsanların bilimden yeni imkânlar, yeni çareler beklediği bir dönemde, maske gibi sudan ucuz bir tıbbi malzemeye dahi muhtaç kalınabilmesi ise insanların hafızasında derin izler bıraktı.

Bu düşüncelerin yarattığı ufuk aydınlanması, insanların kurtarıcı olarak gördüğü devlete bakışına da tesir etti. Normal şartlarda mümkün olduğunca çok özgürlük isteyen, devletin bireylere müdahalesini gayrimeşru addeden insanlar dahi, belki de hayatlarında ilk kez devletten hürriyetleri kısıtlamasını bekledi. Vatandaşlar, insan hayatı tehdit altındayken devletin özel hayata dair sınırlamalar getirmesine sessizce rıza göstermekle kalmadı, devletin otoritesine ve yaptırım gücüne sığınmaktan başka bir çıkar yol bulamadı.

Devletin zorunlu tuttuğu kısıtlamalara riayet edilmesi ve tedbirlerin uygulanması durumunda salgının etkisini kaybettiğini gören insanlar, devletin müdahalelerinin gerekli ve yerinde olduğuna yönelik güçlü bir kanaate ulaştı. İnsanlar devletin güvenlik, huzur ve refah için kritik önemi haiz bir otorite olduğunu hatırladılar ve kendilerini devletin koruyucu ve kollayıcı kollarına bırakma ihtiyacı hissettiler. İnsanların devlet otoritesine duyduğu ihtiyaç öyle fazlaydı ki istikrarlı, öngörülebilir, müreffeh bir gelecek sunabilmenin devletin temel işlevi olduğuna, bunu da devletten başka bir mekanizmanın temin edemeyeceğine itiraz edebilecek kimse kalmadı.

Salgının başlangıcının birinci yıl dönümünde, tek çare olarak görülen aşının tedariki için de yine herkes yüzünü devlete dönmüş durumda. Dün kargo uçağıyla getirilen 3 milyon doz aşı, Türkiye’nin kritik önemi olan bu aşıları hızla temin ettiğini ve yakın bir zamanda aşılama hizmetini vatandaşlarımıza sunmaya başlayacağını teyit etti. Üstelik devletimiz bunu ayrım gözetmeden herkese hem de ücretsiz bir şekilde uygulayacak. Bir yıl önce ortaya çıkan muazzam korku ve kaygı, yavaş yavaş yerini umutlu bir bekleyişe bırakıyor. Umarım toplu aşılamanın başlayacağı 2021, bu musibetten kurtulduğumuz, güzel ve sağlıklı günleri göreceğimiz huzur dolu bir yıl olur.