Toplumsal dokumuzda derin yaralar açan bir sorunun gölgesinde yaşıyoruz: Kaba kuvvet.

Nezaketin, anlayışın, saygının yerini almaya başlayan kaba kuvvet kültürü, toplumsal ilişkilerin merkezine çörekleniyor.

Trafikte terör estiren magandalar, küçücük meselelerden büyük hadiseler çıkaran klinik tipler, şiddet olaylarını giderek günlük yaşamın bir rutini haline getiriyor.

İzmir'de taksi şoförlüğü yapan Oğuz Erge'nin üşümesin diye arabasına aldığı mendebur tarafından öldürülmesi, ülkemizde insan hayatının ne kadar kırılgan ve savunmasız olduğunu gösterdi.

Oğuz Erge’nin kanserle mücadele eden bir eşi, bakmakla yükümlü olduğu iki çocuğu vardı.

Kendisini öldüren vicdansız ve ahlaksızla aralarında geçen diyalogdan belli olduğu üzere, evine ekmek götürmek dışında bir amacı olmayan, zor durumda kalanlara yardım etmeyi prensip edinen iyi kalpli biriydi.

Bu cinayet insan öldürmenin ürkütücü bir şekilde nasıl normalleştiğinin ve bireysel şiddet eğiliminin toplumumuzdaki yükselen konumunun dramatik göstergelerinden birisi.

Son aylarda Türkiye’nin gündemini belirleyen birçok cinayet vakası yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.

Oğuz Erge cinayeti, hikâyesi itibariyle büyük yankı uyandırdı, fakat haber bültenleri karısını öldüren kocalar, kiracısını katleden ev sahipleri, okul kavgasında birbirini öldüren gençlerin haberlerinden geçilmiyor.

Envai çeşit terör örgütünün eylem listesinde başı çeken Türkiye, bir de sivil kimlikli şiddet dalgasıyla sarsıntıya uğruyor.

MHP Lideri Sayın Devlet Bahçeli’nin bir sözünde belirttiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti sokakta kurulan bir devlet değildir. Dolayısıyla sokaklara hakim olmaya başlayan şiddet kültürünün devlet ve toplum düzenimizin temellerini zayıflatmasına da müsaade edilmemelidir.

Tarihsel süreçte, insan toplulukları daha düzenli ve güvenli bir yaşam için şiddetin meşru kullanımını devlete bırakmıştır.

T. Hobbes’un deyimiyle, “herkesin herkesle savaşından”, yani kaotik düzenden devletli toplumlara dönüşümün hikâyesi, kişilerin şiddete başvurma hakkını kurumsal bir mekanizmaya devredişiyle başlamıştır.

Ancak, günümüzde sokaklara sirayet eden şiddet eylemleri, bu sosyal sözleşmenin sarsıntı geçirdiğinin işaretleridir.

Şiddetin yükselişiyle birlikte, toplumun temel değerleri olan sevgi, saygı, anlayış geriliyor.

Şiddet hakkını devlete devreden, kavgasız gürültüsüz bir yaşamı tercih eden insanlar rastgele cinayet işleyen caniler yüzünden savunmasız duruma düşüyor.

Şu halde ne yapmalı?

Herkesin bir canı olduğuna göre, herkes canını emniyete alarak bireysel silahlanma yollarına mı başvurmalı?

Çocuklar, sokaklara egemen hale gelen vurdu kırdı düzenine uygun olarak mı yetiştirilmeli?

Şayet birileri evladını medeniyetin değer ölçüleriyle yoğururken, anlayışlı olmayı, problemleri konuşarak çözmeyi telkin ederken birileri de yarının canavarlarını toplumun içine salmaya hazırlanıyorsa, bu hal birincilerin ikincilere “kurban” yetiştirdiği anlamına gelmez mi?

Bu durum, bu gidişat, hem bireysel silahlanmanın artışına hem de herkesin kendi adaletini sağlama eğilimine yol açabilir ki bu da devletin varlık sebebini ortadan kaldırmak demektir.

Bilim insanları, sosyologlar, toplum psikologları, suç uzmanları, iktisatçılar, hukukçular, memleketi kemiren şiddet olaylarının üzerine ciddiyetle eğilmelidir. Siyaset mekanizması da tespit edilen sorunların çözümüne yönelik kararlı eylem planlarını devreye sokmalıdır.