“Gerek mazisiyle gerekse hâliyle vatanı yıkmak istediği besbelli olan birisine vatan haini dediğim için suçlu olarak karşınızda bulunuyorum.” (Hüseyin Nihal Atsız, 3 Mayıs 1944)

“En büyük mahkeme olan tarihin huzurunda alnı açık bir Türk oğlu olarak, hiç endişem yok. Türk’ü sevdim, seveceğim. Ama bunun sonunda ızdıraplar varmış, felaketler varmış, hatta karşılaşılacak türlü kahpelikler doluymuş. Hepsi kabul!” (Nejdet Sançar, 3 Mayıs 1944)

“Ceza Kanunu’ndaki sarahate nazaran rica ediyorum. Sabahattin Ali’den sorulsun, ihanetini ispat edelim mi? Buna razı mı?” (Av. Hamit Şevket, 3 Mayıs 1944)

Yukarıdaki satırlar; ırkçılık-Turancılık davası olarak adlandırılan, 7 Eylül 1944'te başlayan ve 29 Mart 1945'e kadar süren, Türklük şuurunu yaymayı hedefleyen 23 ismin yargılandığı süreçte yargılanan isimlerden birkaçının mahkemedeki savunmalarından bir kesit…

Tarihi biraz daha geriye aldığımızda; olayın çıkış noktasının Reha Oğuz’un lise öğrenciliği yıllarında kurduğu beş kişiden oluşan bir Güren Teşkilatı olduğunu görmekteyiz. Milletini korumak için kurulmuş bu teşkilatın kendi aralarında birbirlerine gönderdiği mektupların bulunması amacıyla bir sabah evlerinin basılması…

Mahkemede Türkçülerin iddialara verdiği yanıtların hiçbirinin kaydedilmeyerek, yargılamaya “suçsuzluk karinesinin” ihlaliyle başlanarak; duruşmaların amacının sadece sözü geçen milliyetçilerin suçlu olduklarına dair delillerin aranmasından ibaret olması ve yargılama sonucunda kanunda dahi olmayan bir suç için aylar boyunca işkencelere ve tabutluklara mahkûm edilen bu vatanın koruyucuları…

Merhum Başbuğumuz Alparslan Türkeş: “Açılan davada biz Turancı olmakla suçlandık. Aslında Turancı olmak suç değildir. T.C. kanunlarında da böyle bir suç yoktur. Kaldı ki her milliyetçinin, kendi milletine mensup insanların yabancıların boyunduruğundan kurtulmasını istemesi tabii bir hakkıdır. Bu şerefli bir haktır.”

Davanın arka planına baktığımızda ise; Türkçülük-Turancılık davasının bahanesi olarak gösterilen, Hüseyin Nihal Atsız-Sabahattin Ali arasındaki hakaret davası olduğunu görmekteyiz.

Bu davanın 3 Mayıs 1944 tarihli duruşmasından sonra kalpleri vatan aşkıyla atan bir grup milliyetçi genç, komünizme karşı yürüyüş tertip ederler. Bunun ardından 165 üniversiteli genç tutuklanır ve işkence görür. Fakat içlerindeki manevi doluluk, fiziki acılara üstün gelmektedir! O gün bugündür, 3 Mayıs Türkçülük günümüz olmuştur!

Kürşad’ın içinde yanan ateşin fiiliyata dökülmesiyle sonuçlanan sarayın basılması, 3 Mayıs’ta bir grup gencin Atsız’ı ve bununla birlikte davalarını savunmaları için sokağa çıkması ile aynı şuura sahiptir!

“Bu yürüyüş devam ediyor. Türk orduları ata ruhlarının dolaştığı Altay ve Tanrı Dağları eteklerinde resmîgeçit yapıncaya kadar devam edecektir.” (Atsız, 3 Mayıs, 1944)

Bu Türklüğün nöbetidir.

 

Bilinmelidir ki, Türk’e karşı olan düşmanlar ve suçlamalar ne kadar ileri giderse; Türklük bilinci ve şuuru da o kadar ileriye atılacaktır!

3 Mayıs’la fiiliyata geçen, yarım metrekarelik tabutluklara sığdırılmaya çalışılan ülkümüz, o günden beri; gerek iç, gerek dış mihraklarla önü kapanmaya çalışılmakta, ezelden beri hür olduğumuz gerçeğini Stalin’in dediklerine değişmektedirler.

Rus’un, Alman’ın dostluğu için kendi toprağındaki vatanseverleri tabutluklara sığdıranlar; bilinmelidir ki, o tabutluğun içindeki fikir şimdi on binlerin, yüz binlerin içinde o yüce dileğe doğru yürümeye devam etmekte, nöbete devam etmektedir.

3 Mayıs, bir devletin Mete’den, Alparslan’dan, Fatih Sultan Mehmet’ten, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten bu yana kurucu felsefesini oluşturduğu “milletini sevme, Türk’ü sevme” ülküsünün ve onun peşinden gidenlerin, ilahi bir güçle kuvveden fiile geçişiydi.

3 Mayıs, devlete paralel bir örgüt oluşturma gayesindekilere, Marksist ihtilale hazırlananlara; bu vatanın esas sahiplerini göstermekti, bu milletin aslına rücu edişiydi!

3 Mayıs, herhangi bir şartta ve durumda, devletinin ve milletinin ikbalinin zarara uğrayacağını gören görünmez kahramanların, milliyetçilerin yine aynı şekilde durdurulamaz gücünün bir kış sabahı kendini göstereceğinin kanıtıydı!

 

Bu maneviyatın önünde kimsenin duramayacağının göstergesiydi!

Çünkü o zamanki yürüyen bir grup genç, Atsız’ın deyimiyle; atalarıyla beraber yürüdüler, ruhları oradaydı. Bu, bir milletin beş bin yıllık davasıydı! Ötelerden gelen emrin telakkisiydi! Kimse önünde duramazdı!

Liderimiz Sayın Devlet Bahçeli: “Merhum Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey’in aralarında bulunduğu 23 idealist milliyetçinin; Türk milletinin maddi ve manevi varlığına kastedenlere karşı gösterdiği anlamlı duruşun başlangıcı olan bu kutlu tarih, aynı zamanda Türk milliyetçilerine reva görülen eza ve cefa dolu bir dönemin de miladı olmuştur.”

 

Bu fikir için Başbuğ Alparslan Türkeş, Semih Yalçın Hocamız, Mehmet Yamtar Çelik, Naim Yanık gibi çok sayıda Ülkücü, Taş Medreseli ağabeyimiz imtihanlardan geçmiş, çeşitli sınavlar vermiş, binlerce Ülkücü büyüğümüz şehit olmuştur ve bu sınav hâlen devam etmekte, her gün gencecik vatan evlatları toprağa verilmektedir!

Türk milliyetçiliği, Türk’ün yaratıldığı günden bu yana, Türk dünyasında tam bitti denilen noktada ecdadın küllerinde Mete’den Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e bağımsızlık meşalesiyle zincirleri kırarak, ezelden ebede Türk devletlerinin kurulmasındaki ruhtur!

Türk mefkûresi demek; Türkiye Cumhuriyeti, Türki cumhuriyetler, Türkistan, Kuzey Makedonya, Batı Trakya’dır… Çegan Tepesi’nde Enver, Azerbaycan Fatihi Nuri Paşa, Kafkas Kartalı Şeyh Şamil, Medine müdafi Fahreddin Paşa, Altay Kartalı Osman Batur, Çanakkale’de Seyit Onbaşı, Kudüs’te nöbet tutmaya devam eden Iğdırlı Hasan Onbaşı’dır!

Türkçülük; Alper Tunga Uytun, Ruhi Kılıçkıran, Mustafa Pehlivanoğlu, Ertuğrul Dursun Önkuzuların şehadete giderken taşıdıkları yürek demektir. Son 55 yılda, tüm badirelere, tuzaklara boyun eğmeyen Başbuğumuz Alparslan Türkeş, Bilge Liderimiz Sayın Devlet Bahçeli, teşkilatlarımız demektir!

Türkçülük; Kaşgar, Keşmir, Kerkük, Kudüs, Kıbrıs, Kırım’dır… Sibirya’dan Adriyatik’e, Akdeniz’den Afrika’ya, Alper Gezeravcı ile uzaya yazılan Türk demektir!

Türkçülük, canından çok milletini sevmek, bir ülkü uğruna her şeyden geçebilmektir! Önce ülkem ve milletim sonra partim ve ben tezahürüyle başımızı çeken Devlet atamız, fedakârca çalışan MHP il ve ilçe teşkilatlarımız, 57. Alay gibi sönmeyen Ülkü Ocaklarımız, Asenalarımız, Milliyetçi-Ülkücü Hareket’in birbirinden kıymetli her neferi var oldukça bu dava bitmez…