Soykırım kavramının mucidi Avrupalılardır. Bu terimi literatüre kazandıranların, Batı Amerika’dan Doğu Asya’ya, Kuzey Avrupa’dan Güney Afrika’ya kadar hemen her bölgede soykırım işlemiş olan Avrupalıların içinden çıkması, elbette ki bir tesadüf değil.

İlk kez Polonyalı Yahudi hukukçu Raphael Lemkin tarafından ortaya atılan “soykırım”, esasen bir suçun adı, yani bir hukuk terimi. Soykırım, hem 1948 sonrası uluslararası sözleşmelerde hem de ulusal ceza kanunlarında tanımlanan ve işlenmesi durumunda belli bir ceza öngörülen suçlardan biri. Nasıl ki bir fiilin, bir suç teşkil edebilmesi için belli bazı unsurların varlığı şart ise, soykırımın oluştuğuna hükmedebilmek için de bazı unsurların varlığı aranıyor. Her suç gibi, soykırım suçunun da maddi ve manevi unsurları var. Bunlardan birinin olmaması, fiilin suç teşkil etmediği anlamına geliyor. Yani, suçun var olabilmesi için, suçun maddi unsurunu teşkil eden hukuka aykırı bir fiilin varlığı yeterli değil.

Genel ceza hukuku ilkeleri bakımından, suçun manevi unsurunun “kasıt” veya “taksir”den oluştuğunu söyleyebiliriz. Ceza hukukuna göre, kural olarak suçun oluşması kastın varlığına bağlı ancak istisnai olarak bazı suçlar taksirle de işlenebiliyor. Bir diğer ifadeyle, kasıt olmasa da fiilin yol açtığı sonuç bir suç teşkil edebiliyor. Soykırımı diğer suçlardan ayıran en önemli hususlardan biri ise işte bu manevi unsura ilişkin. Zira soykırım, ancak ve ancak kasıtla işlenebilir, taksirle işlenmesi söz konusu olamaz. Yani kasıt yoksa manevi unsur eksiktir ve dolayısıyla da soykırım suçu işlenmiştir denemez.

1948 tarihli “BM Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” hangi fiillerin soykırım suçunun maddi unsurunu oluşturacağını tek tek sıralamıştır. Buna göre, bir fiilin soykırım suçunu teşkil edebilmesi için “millî, etnik, ırki veya dinî bir grubun kısmen veya tamamen yok edilmesi kastı” ile icra edilmiş olması şarttır. Bir fiili “soykırım” yapan en önemli unsur, mağdur olan kişi veya kişilerin, bu fiile maruz kalmalarındaki temel gerekçenin “belli bir gruba mensubiyet” olmasıdır. Yani, bir kişi sırf belli bir grubun üyesi olduğu için söz konusu eyleme maruz kalmış olmalıdır.

Bu çerçevede, Yahudilerin II. Dünya Savaşı yıllarında yaşadıkları tartışmasız bir şekilde soykırımdır. Zira sistematik bir şekilde katledilen Yahudiler, başka hiçbir sebep olmaksızın, sırf Yahudi olmalarından dolayı öldürülmüştür. Nazi yönetiminin resmen benimsediği “Yahudi ırkının ‘aşağı ırk’ olması sebebiyle yok edilmesi gerektiği” yönündeki ırkçı nefret, soykırım suçunun manevi unsurunu oluşturan kastın temelindeki saik olmuştur. Buradan hareketle, “Ermeni soykırımı”ndan bahsedilebilmesi, Ermenilerin başka hiçbir sebep yokken “sırf Ermeni oldukları için” ve “yok etmek kastıyla” öldürüldüğünün ispat edilebilmesiyle mümkün olabilir.

Oysa tarihî gerçekler açıkça göstermektedir ki Ermenilere karşı ırkçı bir nefret hiçbir zaman olmadığı gibi, devlet tarafından Ermeniler göç ettirilirken günün şartlarının elverdiği ölçüde tedbirler dahi alınmıştır. Örneğin, sevk edilenlerin korunması amacıyla kafilelere Osmanlı askerleri görevlendirilmiş, yolluk tahsis edilmiş, değerli eşyalarını yanlarına almalarına ve yeni yerleşim yerlerine ulaşanların iş kurmalarına izin veriliştir. Dahası, bazı Osmanlı memurları Ermenilere kötü muamelede bulunmak ve görevini ihmal etmek gibi suçlardan dolayı yargılanmış, birçoğu da bu yargılamalar sonucunda idama varacak kadar ağır cezalara mahkûm edilmiştir. Bu noktada, Yahudilere kötü davrandığı için yargılanıp cezalandırılan bir tek Nazi subayının dahi olmadığını, tam aksine Yahudilere iyi davrananların cezalandırıldığını hatırlatmak gerekir. Tüm bu tarihî gerçekler, yok etme kastının olmadığını yani suçun asli unsurlarından birinin mevcut olmadığını ispatlamaya yeterlidir.

Kısacası, bir hukuk terimi olan soykırım, ceza hukukunun temel ilkeleri ve içtihat ele alınarak incelenecek olursa, hiçbir akıl ve izan sahibi “Ermeni soykırımı”ndan bahsedemez. Somut tarih, ortada bir suçun olmadığının ispatına, mer’i hukuk da bunun tescil edilmesine yeterlidir. Ermenilerin tarihten ve hukuktan kaçıp popülist siyasetçilerin koynuna girmesinin sebebi de tam olarak budur.