Geçen yıl ABD Başkanı 24 Nisan ile ilgili yaptığı açıklamada, “soykırım” ifadesini kullanmıştı. Bu Türkiye’de konuya uzak olanlar açısından ciddi şaşkınlığa neden olmuştu. Ancak Biden’ın bu açıklaması, Ermenilerin uzun süreli çalışmalarının bir ürünü olduğu için konuyu yakından takip edenler açıklamayı olağan karşılamıştı. Çünkü Ermenilerin başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerdeki sözde soykırım çığırtkanlığı sanıldığının aksine yakın bir dönemde başlamamış, yaklaşık olarak 100 yıllık bir süreci ihtiva etmektedir. İlk Ermeni propaganda filminin 1919’da Amerikan diasporasının desteğiyle ABD’de gösterime girdiğini söylersek konuya açıklık getirmiş oluruz. “Çarmıha Gerilen Ermenistan” veya “Açık Artırmadaki Ruhlar” adıyla bilinen bu film, gösterime girdiği ABD ve birçok Batılı ülkede Ermenilere olan sempatiyi artırmıştır. Sevr Antlaşması’nın hazırlık aşamasında olduğu bir dönemde çekilen bu film, Batılı ülke kamuoyları vasıtasıyla anlaşmaya taraf siyasi erki etkilemeyi amaçlamıştır. Diaspora ayrıca, maddi kaynak elde etmek için de filmden yararlanmıştır. Nitekim, Amerikalı sinema tarihçisi Lewis Jacobs, filmin çekildiği dönemde ABD’de “Ermenilere yardım edin” feryatlarının yükseldiğini, Ermenilere fon toplamak için oldukça yararlı olduğunu yazmıştır. Ermenilerin sinemayı bu denli erken bir tarihte ve başarılı bir şekilde kullanmalarına rağmen, Türkiye’nin bu kara propagandaya karşı etkin mücadele ettiği söylenemez. Örneğin, 2017’de vizyona giren Hollywood yapımı “Osmanlı Subayı” (The Ottoman Lieutenant) filmi dev bütçesi ve tanınmış oyuncu kadrosuna rağmen beklenen etkiyi gösterememiş, Ermenilerin sözde iddialarını dolaylı araçlarla cevaplamaya çalıştığı için de eleştirilmiştir.

Bu noktada sözde soykırım iddialarının geçmişte olduğu gibi günümüzde de Ermeniler açısından ciddi bir ekonomik kaynak kapısı olduğunu, dolayısıyla özellikle diasporanın varlık nedeni olan sözde soykırım iddialarının salt siyasi amaçlarla gündemde tutulmadığını vurgulamakta fayda var. “Soykırım Endüstrisi” kavramını, Siyonizm karşıtı Yahudi yazar Norman Finkelstein’ın “Holokost Endüstrisi” isimli kitabından mülhem kullanmaktayız. Aslında kendisi de bir soykırım mağduru olan Filkenstein’ın ailesinin büyük bir kısmı yok edilmiş, annesi ve babası Nazi kamplarına gönderilmiştir. Ancak soykırım kurbanlarının çektiği acıların istismarına karşı çıkan Finkelstein, İsrail’in Filistin’de uyguladığı orantısız güç kullanımını sonuna kadar eleştirmekte ve Holokost’un “İsrail suç dolu politikalarını meşrulaştırmaya ve bu politikalar için İsrail’den destek almasına aracı olduğunu” açıkça dile getirmektedir. Yine Finkelstein, Holokost kullanılarak Avrupa’dan para kopartıldığını, soykırımın mirasçısı olduğunu iddia edenlerin aslında tam anlamıyla “mezar soyguncusu” olduklarını dile getirmiş ve soykırımın istismar edilerek İsrail’in Filistin’de uyguladığı işgal siyasetinin meşrulaştırılmaya çalışıldığını, bu nedenle de Holokost çığırtkanlığının 1967 yılından itibaren bilinçli olarak arttığına işaret etmiştir. Elbette Holokost ile 1915 olayları farklıdır, ancak İsrail’in kuruluşunda Holokost’un uluslararası alanda neden olduğu manevi sarsıntının etkili olduğu düşünüldüğünde, Ermenilerin asılsız soykırım iddialarının bir diğer amacının Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan toparlaklarını da içeren “denizden denize büyük Ermenistan” hayalini olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden, özellikle 1960’lardan sonra Holokost ile 1915 olayları arasında bağlantı kurmaya ve İsrail ile Yahudi lobisinin desteğinin hayati olduğundan hareketle onlarla da yakın temasa girilmeye çalışılmışsa da “hiçbir olayın Holokost kadar acı olamayacağını” savunan Yahudi lobisi, Ermenilerin Holokost ile sözde soykırım arasında paralellik kurma isteklerini geri çevirmişlerdir.

SAHTE BELGELER

Ancak basitçe bir kurnazlıkla Holokost ile sözde soykırım arasında paralellik kurarak iddialarına hukuken bir temel oluşturmaya çalışan Ermenilerin göz ardı ettirmeye çalıştıkları en önemli husus, herhangi bir olayın soykırım olarak değerlendirilmesi için mahkeme kararının gerektiğidir. Nürnberg Mahkemesi, bütünüyle orijinal belgelere dayanan kanıtları dikkate alarak “Yahudi Soykırımı” kararını almıştır ve ilgili tüm belgeler dışarıdan incelemeye açıktır. Hâlbuki Ermenilerin, tek taraflı iddiaları, sahte belgelere dayanan yayınları (Andonian’ın kitabı gibi) ve bu çerçevede alınan Parlamento kararları dışında sözde soykırım ile ilgili hiçbir mahkeme kararı yoktur ve şu ana kadar hiç kimse mahkemeye başvurmamıştır. Çünkü Ermeniler de biliyor ki, 1915 olaylarının soykırım olmadığını kanıtlayacak Osmanlı ve diğer devlet arşivlerinde ve hatta kendi arşivlerinde birçok belge var. Bu yüzden tarih komisyonu kurulması veya olayın tarihsel açıdan incelenmesine şiddetle karlı çıkmaktadırlar. Beklentileri, herkesin onların bilimden ve kanıttan uzak iddialarını tartışmasız kabul etmeleridir. Etmeyenlere karşı açık bir linç kampanyasına girişerek, “inkarcılık”, “soykırım destekçisi” veya Türkiye’den maddi destek almakla suçlamaktadırlar. Sözde soykırım iddialarını kabul etmediği için Ermeni teröristler tarafından evi bombalanan Stanford Shaw ve aralarında Norman Stone, Bernard Lewis, Justin McCarthy, Edward J. Erickson gibi isimlerin bulunduğu tarafsız yazarlar Ermenilerin çeşitli baskı ve yıldırma girişimleriyle karşı karşıya kalmışlardır. Hatta Lewis 1993’te Le Monde’ye verdiği bir mülakatta, Ermenilerin iddialarına karşı çıktığı için Fransız mahkemeleri tarafından mahkûm edilmiştir. Lewis’in yaşadıkları, lafa gelince ifade özgürlüğü savunucusu olan Fransa’nın, hiçbir mahkeme kararı olmayan Ermeni iddialarını tartışmasız doğru gibi kabul ederek kendi anayasasını da nasıl kolaylıkla çiğneyebildiğinin açık göstergesidir. Her ne kadar diğer ülkelerden farklı olarak Fransa’da sözde soykırım bir kanunla kabul edilse de, bugün dahi sözde soykırımı inkâr etmek suç değildir. 1998’de Fransız Ulusal Meclisi’nin, 2001’de ise Senato’nun kabul ettiği sözde soykırım yasa tasarısı 18 Ocak 2001’de Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’ın imzalamasıyla resmen yasalaşmıştır. Ancak 2006’da Fransız Ulusal Meclisi’nin kabul ettiği “inkâr yasası” Fransız Senatosu Anayasa Komisyonu tarafından, 2016’da, Fransa Senatosu’nun aldığı “inkar yasası” kararı ise Anayasa Mahkemesi tarafından “ifade özgürlüğüne” aykırı olduğu gerekçesiyle reddedilmiştir. Ancak Türk karşıtlığı söz konusu olduğunda hukuku bile çiğnemekten çekinmeyen Fransız makamları, geçen yıl Fransa’da yaşayan bir Türk öğrencinin sözde soykırım iddialarını anlatan öğretmenine tepki göstermesi üzerine “kanunsuz ceza olmaz” hükmünü keyfi olarak çiğneyerek öğrenciye disiplin cezası vermiştir.

SÖZDE ‘SOYKIRIM’

Kuşkusuz ki Ermenilerin iddialarını uluslararası alanda bu kadar geniş bir kitleye ulaştırmasının bizim neler yapmadığımızla da ilgisi bulunmaktadır. Bahsettiğimiz gibi Ermenilerin ilk propaganda filmi 1919’a ait. Hatta 1887-1896 tarihleri arasında Osmanlı Devleti’nin Washington temsilcisi Alexander Mavroyeni Bey’in İstanbul’a gönderdiği belgeler, 1914’te aynı görevi yürüten Ahmet Rüstem Bey’in Ermeni yalanlarına itiraz ettiği için Amerikan yönetimi tarafından “persona non grata” ilan edildiği ve daha 1890’larda Amerikan gazetelerinde Ermenilerin iddialarının tek taraflı olarak yer aldığı düşünüldüğünde, sözde soykırım yalanları ile mücadelede geride kaldığımız gerçeği ortaya çıkar. Türkiye’nin 1923’te Lozan Antlaşması ile bu sorunun çözüldüğüne inanmasına rağmen, Ermenilerin kesintisiz bu konuda kara propaganda yaptıklarını da eklemeliyiz. 1923’ten Los Angeles Başkonsolosumuz Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir’in Ermeni terörist Gürgen Yanikian tarafından şehit edildiği 27 Ocak 1973’e kadar geçen sürecin bizim açımızdan Ermeni sorununda “donmuş zaman dilimi” olarak düşünülmesinin nedeni de budur. Diplomatlarımızın şehit edilmesinden sonra Türk kamuoyunun yaşadığı şaşkınlığın en büyük nedeni de siyasi ve akademik açıdan bu konuya yeterli hassasiyetin gösterilmemesi ve gündeme getirilmemesidir. Elbette 1973 öncesi de Esat Uras gibi konuya eğilen çok kıymetli akademisyenlerimiz vardı. Ancak bu konuda sistemli ve istikrarlı bir politika izlenmemesi kamuoyunun Ermeni sorunu hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmasını engellemiştir.

Buna karşı Ermeniler Türkiye karşıtı kara propagandayı hiç bırakmamış, 1915’in 50. yılı olan 24 Nisan 1965’te başta SSCB olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde anma etkinlikleri düzenlenmiş, aynı yıl Uruguay sözde Ermeni soykırımını kabul eden ilk ülke olarak kayıtlara geçmiştir. Ne yazık ki yaşanan bu önemli olaylar, Türkiye’de çok fazla gündem oluşturamamıştır. 2000’lerden itibaren bu konuda önemli adımlar atılmış olmakla birlikte Türk kamuoyunun, özellikle gençlerin 1915 olayları ile ilgili çok fazla bilgi sahibi olmadığı bir gerçektir. Bu nedenle toplumsal farkındalığın artırılması, özellikle gençlerimizin doğru bilgilerle teçhiz edilmesi yalanlarla mücadelede etkinliği sağlayacaktır.

Geçen yıl Biden’ın “soykırım” ifadesini kullanmasından sonra bu yıl Amerikan Kongresinde sözde soykırım ile ilgili çok daha etkin bir anma programı yapılacağı, bunun da uluslararası alanda konunun geniş kitlelere ulaşmasını sağlayacağı dikkate alınarak resmi girişimler yanında sözde “soykırım” iftirasına her Türk evladının bireysel düzeyde tepki göstermesi yerinde olacaktır.

1 Ali Özüyar, “İlk Ermeni Propaganda Filminin Ermeni Milliyetçiliğinin Gelişimindeki Rolü ve Bern Maslahatgüzarı Münir Süreyya Bey’in Olağanüstü Mesaisi”, Hoşgörüden Yol Ayrımına Ermeniler, Kayseri, 2008

2 Bkz. Norman Finkelstein, Holocaust Indstry, Second Edution, Verso Press, London, 2003.