Toplumların kültürel davranış öyküleri onları millet yapan en önemli bileşenleridir. Dolaysıyla bizim geleneklerimizle tüketim ilişkisi de farklı bir boyut kazanmıştır. Bizde aş ermek diye bir tabir vardır ki, başka toplumlarda var mı bilmiyorum. Ama biz aş erenin istediğini bulmak için gece hale baskın yapan, 1 litre süt için 100 km yol giden bir milletiz. Bu davranış aslında insana ve yaşama olan inancımızdan ve coşkumuzdan kaynaklanmaktadır. Bunu elin oğlu anlamaz, bilmez, bilemez!..

Şimdi, Tarımda Marka Danışmanı, Reklam Yazarı ve Coğrafi İşaretler Derneği Genel Sekreteri Sayın Kemal Çifçi’yle bugünkü söyleşimize başlayalım.

Sayın Çifçi, gıdaya erişim sorunu ne tür toplumsal kırılmalara neden olacak?

Bereketli topraklarda bulunmak avantajlarının yanında, birçok sosyal ve siyasal dezavantajlar da içerir. Son kırk yıllık tarihimizde bunun izlerini sürebilirsiniz. Jeopolitiğiniz sizi rahat bırakmaz, artık gelecek yüzyıla ilişkin tüm tarım ve gıda politikalarını, stratejik ve taktiksel olarak belirliyoruz. Özetle agropolitik bir yüzyıla giriyor dünyamız. Kimse petrol ve madenle ilgilenmiyor, bunu bilmelisiniz. Hatta içinize sindirmelisiniz.

Bizim hiçbir zaman gıdaya erişim sorunumuz olmayacak ancak, problemler yaşamayacağımız anlamına da gelmemeli. Beslenme alışkanlıklarımızın değişime uğraması yani kötü beslenme ya da yanlı beslenme, bizi gelecekte gıda bağımlısı bir ülke yapacaktır. Nasıl diye sormayın yanıtını Türklerin sosyal medya paylaşımlarında bulabilirsiniz. Kim nerede, ne yiyor, içinde neler var? Ben gıda derken dev bir tarım endüstrisinden bahsediyorum. Çok değil 10-15 yıl öncesinde şehirde yaşayan bizlere kışlık gıdalarımız köyden-kasabadaki amcamızdan veya teyzemizden gelirdi. Şimdi ise, ya onlar şehre göçtü ya da ebediyete geçtiler. Ülkemiz için asıl tehlike artık gelecek kuşakların bunu bilemeyecek olmasıdır.

Sayın Kemal Bey, tarım ve gıdaya bağlı olarak sosyal sınıf kavramı değişiyor mu?

Bu konuya trajik bir bilgi ile cevap vermek isterim. Gıda fiyatlarındaki yüzde birlik her bir puanlık artış için dünya çapında 10 milyon insanın aşırı yoksulluğa sürüklenmesine neden olmaktadır. İnsanlık, bu gerçeği görmezden gelemez!... Peki, bu gerçek nasıl sosyolojik değişimler yaratıyor? Biraz da buna bakmak gerekir. Klasik anlamda on dokuzuncu yüzyıl sosyolojisi burjuva-işçi sınıfı kavramları üstüne kurulmuştur. Marksist sosyolojinin tezleri ve karşı tezleri, günümüze dek felsefi ve sosyolojik bilgi birikimimizi sağlamıştır ve sağlamaya da devam edecektir. Doğanın dialektiği ile insanın dialektiği maalesef her alanda keşişim göstermez. İnsan varlık olarak tarih bilincinin toplamıdır. Bu bağlamda insanlık ve gelecek planlarımızı yeniden kurgulamak zorundayız. Konu ülkemiz olduğunda ise, acı gerçeklerle yüzleşip, doğal kaynaklarımızı (insan-tabiat vb.) yeniden kurgulamak zorundayız.

Sayın Çifçi, kurgulama yapılamamasında temel sorun nedir?

Temel sorun üretim, toprak,  gıda fiyatları değil, tarım geleneğimizi gelecek kuşaklara aktarma sorunudur. Peki, gelenekten neden bu kadar ürküyor, korkuyor birazda utanıyoruz. Bunu modernizmin ve postmodernizmin kavramsal derinliğini anlamada, bu kavramları gündelik tüketime alıp, moda haline getirmemizde yatıyor. Daha basit anlatımla köydeki dedemizin oğul o yamaca arpa ekme olmaz, o köşeye kaysı dikme bodur olur lafını mühendislik olarak çözemezsiniz. Bunun adı yaşam deneyimidir ve en değerli bilgi odur. Çünkü yıllarca değişik toplumlar ve yöresel insanlar tarafından test edilmiştir. Bilginin test edilebilirliği ve lojik yönünü eğitimden uzaklaştırmamalıyız.

Sınıf kavramına dönecek olursak; son iki yüzyıllık sosyal gelişim, sınıfların yaşam kalitesini artırmış ve birbirine görece yaklaştırmıştır.  Özellikle ikinci Dünya savaşından sonra tüketim ürünlerinin ulaşılabilirlik ve üretim-tüketimi de önemli bir değer olarak ortaya çıkarmıştır. Neredeyse, tüketmek üretmenin ön koşulu olmuştur. Burada tabi ki sorun demografik olarak nüfus artışındaki hızın insanlığı yeniden düşünmeye zorlayan noktaya ulaştırmıştır. Ülkeler artık gıdada kendine yete bilir olmayı gündemlerine almışlardır. Sağlıklı gıdaya erişim sorunu, yapay gıda araştırmalarını tetiklemiş ve bunun önceliklerini tartışmaya başlamıştır. Gelecek yüzyılda organik gıdayla beslenenler ile yapay gıdayla beslenenler farklı sınıflarda olacaklardır.

Sayın Kemal Bey, Türk Tarım ve Gıda Ürünleri neden markalaşamıyor?

Buna kısa yoldan yanıt vermek zordur. Biz pazarlama iletişiminde bir metaforik altyapı ararız, varsa marka iletişimini bunun üstünden geliştirerek yaparız. Yoksa markaya metarofik altyapı geliştirir, pazarlama iletişimini de bunun üstünden yapmaya gayret gösteririz. Söz konusu Türk tarım ve gıda ürünleri olunca, temel sorun metaforik altyapının olmaması değil, bu güne kadar bu özelliğinin geliştirilememiş olmasıdır. Ürünün tarihsel bir geleneği var ancak tarihsel bir geçmişi yok. Tarihsel geçmişten ise şunu anlamalısınız. İster akademik isterse pazarlama iletişim araçları kullanılarak, belirli bir tarihten itibaren şöyle ya da böyle geriye doğru kronolojik bir iz süremiyoruz. Bunun olmayışı, yani ürünün yazılı geleneğinin izini süremediğinizden dolayı da yapacağınız veya yapmayı düşündüğünüz marka iletişimi eksik ve derinliksiz olmaktadır. Son on yıllık çabaların temel sorunu budur. Ürüne ilişkin stratejik kavramlar yaratmak, markayı her zaman canlı tutar. Marka canlı bir organizmadır, evrimsel bir süreci vardır. Bunu geliştirme ve sürdürme zorunluğu vardır.

Sayın Çiftçi konuşmalarınızdan anladığım kadarıyla, bir atasözüyle sorumu sormak istiyorum. Atalarımız, “dere geçilirken at değiştirilmez”, demiştir, biz dereyi geçmek zorunda mıyız?  Ayrıca dere kimin deresi, at kimin atı, yoldaşımız kim?

Bu soruları siyasal sosyolojimizde de tarım stratejilerimizi belirlerken de sormalıyız. Çünkü yeni bir yüzyıla giriyoruz. Geleceğimiz ne olmalı ve tüm stratejilerimizi buna çevirmeliyiz. Bunun için gerekli olan ise, siyasal bir iradedir. Biz yörük kültürüne de sahibiz ve genetik kodlarımız bu söylediklerimize uygundur. Sorunuzu yanıtımı atasözüyle bağlayayım “elin atına binen tez iner.”

Sayın Alparslan Bey bu söyleşi için teşekkür ediyor, çalışmalarınızda kolaylıklar diliyorum.

Ben de teşekkür ederim !...

Emeğiyle değer üretmenin, alın teriyle helal kazancının arayışında, çabasında olan milyonlarca çalışan işçi kardeşlerimiz bizim için paha biçilemez bir özelliktedir. Dayanışmanın güzellikleri, yardımlaşmanın ayrıcalıkları ve kardeşlik bağlarının vazgeçilmezliği işçi kardeşlerimizin destekleriyle güçlenecek, dolayısıyla zafiyet içinde bulunan toplumsal huzur her şeye rağmen belini doğrultacaktır. Bu vesileyle 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü’nü kutluyorum.

Yaklaşan Ramazan Bayramı'nızı şahsım ve gazetemiz adına en içtenlikle tebrik ediyor, her günümüzün bayram havasında geçmesini diliyorum.

Kalın sağlıcakla