Tüm dünyayı etkileyen koronavirüs salgınına bağlı olarak ülkelerin özellikle tarımda; kendi kendine yeterli olma durumunun ön plana çıktığı bir dönem.

“Gıda milliyetçiliği”, dünyada etkisini sürdüren koronavirüs nedeniyle ülkelerin kendi ihtiyaçlarını önümüzdeki günlerde olası bir kötü senaryo ile karşılaşma ihtimaline karşı çıkan yeni bir olgudur.

Koronavirüs salgını sonrası yeni bir dönemdir. Bu döneme zaman kaybetmeksizin ayak uydurmamız gerekir. Tarımda kendi kendimize yetebilmek için çözümler oluşturmak ve sahip olduğumuz yüksek potansiyeli değerlendirmek durumundayız.

Bugün “nerede ucuz, maliyetleri bizden daha düşük gıda maddesi üretimi varsa, ben oradan alırım, ithalat yaparım” düşüncesinden kurtulma zamanıdır.

Beklenmedik bir koronavirüs salgını, sadece biz değil, bütün dünyada etkili olmuştur. Elinizde paranız olsa bile istediğiniz malı alamazsınız, ya da bu size çok pahalıya mal olabilir. Tarımda “yerli ve milli üretim” kavramlarının öneminden devamlı bahsettik. Bu kavramlar öylesine söylenmiş değildir. Bugünün gündemi ise kendi kendimize yetebilmek, gıda milliyetçiliğidir.

Tarımsal potansiyelimizi eğitim ve modernizasyonla yükseltebiliriz. Dolayısıyla üretimimiz artacak ve gıda güvencesini sağlamış olacağız. Tarımda temel parolamız “üretimin arttırılması, eşittir tarımsal modernizasyon” olmalı. İşlenen toprakların artık artmadığı bir zaman dilimi yaşıyoruz. Dolayısıyla ülkemiz tarımına bakış açımız; “çalışma modeli, teknolojik ilerleme ve verimliliktir” olmalıdır.

KİMİ ZAMAN, DAR AYAKKABI OLUR ÇİFTÇİYE!

Ülkemiz tarımında çiftçilerin yaşadığı olaylara bakıldığında “Nazım Hikmet’in bayramlık ayakkabı” hikâyesi geliyor aklıma, bu hikâye kısaca;

Aile, Nazım Hikmet’e bayram için bir ayakkabı almaya karar verir. O zamanlarda şimdiki gibi hazır ayakkabı satan bir mağaza yoktur. Sadece ayakkabı yapan bir dükkân vardır. Oraya giderler.

Ayakkabıcı, Nazım’ın ayağını bir kartonun üzerine koyar ve iyice basmasını söyler. Daha sonra kurşun bir kalemle ayağının etrafını çizer. Bu karton onun ayakkabı numarasıdır.

Günlerce bu ayakkabının hayalini kurar. Babası ona ayakkabılarının siyah ve bağcıklı olacağını söyler. Nazım’ın ayakkabıları bayramdan bir gün önce gelir. Ayakkabılar babasının dediği gibi siyah ve bağcıklıdır. O gün onları giymez. Ayakkabılarını yatağının altına koyar ve arada çıkarıp onu inceler. O gece onu uyku tutmaz. Sabah evdekiler uyandığında, Nazım’ı ayakkabı kutusu kucağında sandalyede otururken bulurlar.

Hikâyenin devamını Nazım anlatır: Ayakkabımı babam giydirdi. Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım. Dardı ve canımı yakmıştı; ama bunu babama söylemedim.

O “Sıkıyor mu?” diye sordukça “Hayır” yanıtını veriyordum.

“Dar, ayağımı acıtıyor.” Desem, geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması olanaksızdı. O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm. Bir süre sonra acı dayanılmaz oldu. Dişimi sıktım. Yürürken artık topallıyordum. Soranlara “Dizimi vurdum.” dedim; ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını kimseye söylemedim.

Doğrusunu isterseniz çiftçinin durumu da böyle, dar bir ayakkabıyla yürümektedir. Üstelik bayram günleri değil, bir üretim boyunca canı yana yana…

Toprak onun her şeyi… Çünkü onlar için toprağa ekilen yalnızca tohum değildir. Çiftçilerimizin alın teridir, emeğidir, umududur, hayalidir…

Kimi zaman sel baskını, kimi zaman don vurması, kimi zaman yağmursuz günler, kimi zaman ani bir ithalat, dar ayakkabı olur çiftçiye…

Kimi zaman STK’lar, ziraat odaları, üniversiteler, araştırma enstitüleri, beraberlikler dar bir ayakkabıya dönüşür. Kimi zaman kuruşluk mazot, gübre, tarımsal ilaç fiyatları, kimi zaman Türk çiftçisinin her türlü ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kurulan Tarım Kredi Kooperatifleri, dar bir ayakkabı olur çiftçiye…

Çiftçi yürürken artık topallıyor ama üretimden de asla vazgeçmiyor… Canı yana yana üretmeye devam ediyor!

Sağlıcakla kal güzel ülkem!