Anadou'da Türk hâkimiyetinin başlangıcından itibaren Ermeni toplumu ile hâkim unsur olan Türk milleti arasında herhangi bir ciddi problem olmadığı bilinen bir durumdur. İki toplum da aynı toprak üzerinde barış ve huzur içerisinde hayatlarını devam ettirmişlerdir. Özellikle Ermeniler, Osmanlı Devleti’nin genel yaklaşımı içerisinde kendi iktisadî ve sosyal hayatlarını kesintisiz ve özgür bir biçimde yaşamışlar, uzun süren bu problemsiz birliktelik neticesinde kendilerine “millet-i sâdıka” unvanı da verilmiştir. 1789 Fransız İhtilali sonucunda dünyayı saran bir takım akımların Osmanlı Devleti’ne yansımaları neticesinde Ermeni toplumunun belirli bir kesiminin Osmanlı Devleti içerisindeki tutum ve davranışlarında değişiklikler meydana getirmeye başlamıştır. İlk önce Rusların ve akabinde özellikle Amerikalıların faaliyetleri Ermeni toplumunun tebaası oldukları devlete karşı yabancılaşmasına ve bir takım ayrılıkçı faaliyetlere tevessül etmelerine neden olmuştur.

Emperyalist devletler, Osmanlı Devleti’ne “hasta adam” nazarıyla bakmaktaydılar. Bu devletler içerisinde Ermenileri Osmanlı Devleti’ne karşı en çok kışkırtan Rusya’nın onları kendi tarafına çekmek istemesindeki temel sebep, Ermenilerin özellikle Doğu Anadolu’da sınır bölgelerinde yer almalarıydı. Ruslar açısından olası bir Osmanlı-Rus savaşında Türk cephelerini arkadan vurabilme planları için Ermeni topluluklar kullanılmaya müsait unsurlar olarak görülmekteydiler. Bazı Ermeni gruplar da peyderpey Ruslardan büyük beklentiler içerisine girmeye başladılar. Aynı dinî değerlere sahip olmaları bu yakınlaşmayı arttıran bir unsurdu. Ermeni din adamlarının Rusya’ya sempatileri Ermeni dinî merkezlerinden Eçmiyazin Katolikosluğu’nun Rus sınırında bulunmasından da etkilenmekteydi. Bu faaliyetlerin sonuçlarının en bariz görülen sahnelerinden biri 1828-29 Osmanlı-Rus savaşıdır. Bu savaşta Osmanlı ordusunu yenilgiye uğratan Ruslar, batıda Edirne sınırına kadar, doğuda ise Erzurum şehrini işgal ederek Osmanlı Devleti karşısında önemli bir toprak kazancı sağlamışlardı. Savaş esnasında Rus Ordusu’nun lehine hareket eden bazı Ermeniler, Rusların onlar için bağımsız bir devlet kuracaklarından emindirler. Ancak Edirne Antlaşması neticesinde Rus kuvvetleri Erzurum ve civarından çekilince Doğu Anadolu’daki Ermenilerin yaklaşık 100.000 civarındaki bir bölümü Ruslar tarafından Kafkasya’ya gönderildiler.

Fransız İhtilali’nden sonra cereyan eden bazı fikir akımlarının da etkisiyle 1839’da Tanzimat Fermanı yayınlandı. Tanzimat Fermanı ile gayrimüslim halka bir takım imtiyaz sayılacak haklar verilmiş, bu kapsamda Ermeniler, lehlerine sağlanan tüm hak ve imtiyazlardan faydalanırken, reformların uygulanmasında da görevlendirilmişlerdir. 1830 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığa kavuşmasından sonra Osmanlı Devleti’nin diplomasi ve ticaret alanında Rumların yürüttüğü faaliyetleri neredeyse bütünüyle hiç bir ötekileştirme düşüncesi içerisine girmeden Ermenilere tevdi ettiği görülmektedir. Bürokraside elde ettikleri güç ile ticaret, bankacılık, kuyumculuk, zanaatkârlık işleriyle meşgul olan Ermeniler, 1856 Islahat Fermanı’ndan faydalanarak teşkilatlanmış; okullar açmış, gazete ve dergiler çıkarmışlardır. Ancak Osmanlı Ermenileri için yaşanan en büyük gelişme, 18 Mart 1863 tarihinde Ermeni Milleti Nizamnamesinin yürürlüğe konulmuş olmasıdır.

Osmanlı Devleti’nin kendi içerisindeki unsurlara karşı bu iyi niyetli yaklaşımları Ermeni toplumunun devlete olan aidiyetini arttırmaktan ziyade ilişkilerini tam aksi bir yöne doğru çevirmesine neden olmuştur. 93 Harbi olarak bildiğimiz 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra Ermeni toplumunun Osmanlı Devleti ile olan aidiyet bağlarının hızla çözülmeye başladığını görmekteyiz. Bu savaşta Ermeniler, boş hayaller uğruna tebaası oldukları Osmanlı Devleti ile bağlarını koparmaya başladılar. Bir kısım Ermeni gruplar, hâmi olarak gördükleri Rusların yanında yer aldı. Kars ve Erzurum harekâtında Ruslar kurtarıcı olarak karşılandı. Rus Komutanı Paskeviç ile Puşkin, Erzurum’a girdikleri esnada kendilerini karşılayanlar arasında Ermeni topluluğu görmüştür. Bu konuda Puşkin “...Ermeniler dar sokaklarda toplanmışlar, gürültü ediyorlardı. Ermeni çocukları atlarımızın önünde haç çıkararak, koşarak bağırıyorlardı. Hıristiyan Hristiyan diye kendilerini belli etmekte idiler” diye yazmaktadır.

Anılan dönem Türk-Ermeni ilişkilerinde en büyük sırt dönmenin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Bu durum zamanla daha da ciddi bir hâl almaya başlamıştır. 1890 yılından itibaren Ermeniler isyanlar çıkarmışlar, silahlı kalkışmalar ile güvenlik güçleri ve sivil ahaliye yönelik saldırılar düzenlemeye başlamışlardır.

II. Abdülhamit devrinde Osmanlı Devleti’nin genelinde cereyan eden isyan hareketleri, özellikle Fransa ve Amerika başta olmak üzere yurt dışında faaliyet gösteren Ermeni komitelerinin faaliyetleri ile batı basınında tamamen çarpıtılmıştı. Ermenilerin lehine bir kamuoyu yaratılmaya çalışılarak diğer isyanlar için bir taban oluşturuldu. 1895 yılında ise Erzurum, Elazığ, Diyarbakır, Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Muş ve daha birçok yerde kanlı Ermeni isyanları başladı. Bu isyanlardan beklenen en önemli sonuç, olayların kontrolden çıkması sağlanabilirse silahlı isyancıları, saldırıya uğrayan kesim gibi göstererek batı kamuoyunda Osmanlı Ermenilerinin toprak taleplerine geçerlilik kazandıracak bir algı oluşturmaktı. Bu bağlamda sadece isyanlar değil bölgedeki Ermenilerin yaşayışı ile ilgili birçok haber ve faaliyetler de batılı devletlerin kamuoyuna taşınmaya, böylelikle kanlı bir silahlı isyandan, “kahramanlık hikâyesi” oluşturulmaya çalışılmaktaydı. Sultan II. Abdülhamit, bu isyanları büyük bir dirayetle bastırdı. Bu başarı nedeniyle kendisi, hedeflerine ulaşamayan Ermeni lobilerinin etkisindeki batılı mahreçler tarafından “kızıl sultan” olarak itham edildi.

1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Ermeni meselesinde göreceli bir sükûnet olsa da komitaların kuruluşundan I. Dünya Savaşı’na kadar Ermeniler birçok yerde ayrılıkçı faaliyetlerde bulunmuşlardır. Meşrutiyetten sonra teşkilat merkezlerini güçlendirme, savunma tertibatı oluşturma, silah depoları kurulması, halkın silahlanmasını sağlama gibi patırtısız ancak ilerideki günlere hazırlık mahiyetinde bir sürece girildiği görülmekteydi. Nitekim Osmanlı Devleti 2 Ağustos 1914’te seferberlik ilan ettiğinde, Ermenilerin çoğunluğu bu karara uymadığı gibi bir kısım Ermeni mebuslar ise Rusya’ya gittiler. Ekim 1914’te savaşa katılan Osmanlı Devleti, Doğu Cephesinde Ruslarla savaşırken kurulan gönüllü Ermeni alayları, Ruslara yardım etmekteydi. Osmanlı topraklarında birçok Ermeni çetesi silahlı faaliyet göstermeye başlamıştı. Van isyanının patlak vermesi ve Ermenilerin Ruslara kılavuzluk yaparak Van şehrinin düşmesinde öncülük etmeleri olayın boyutlarını ortaya koyması açısından önemlidir. Bu isyan, 1915 yılı Mart ayından 15 Nisan’a kadar özellikle düşmanla mücadele edilen cephe gerilerine yayıldı. Asker ve sivil ahalinin öldürülmesi, sabotaj ve kundaklamaların artması, kamu binalarının yakılması ve bunların Osmanlı Devleti’nin ölüm-kalım savaşı verdiği Çanakkale mücadelesi esnasında cereyan etmesi 1915’te yeni ve kat’i tedbirler almasını zorunlu kılacaktı.

İşte günümüzde Ermeni lobilerinin “soykırımın başlangıcı” diye kabul ettirmeye çalıştıkları 24 Nisan 1915 kararları ve ardından çıkartılan Sevk ve İskân kanunu, bu zorunluluğun doğal bir sonucu olmuştur.