Yunan-Rum işgali ve katliamlarının tüm Türkiye’ye duyurulması gerekiyordu. Telgrafçılar, her tehlikeyi göze alarak, gizlice birkaç merkeze şu telgrafı çekmeyi başardılar: “İzmir, Yunanlılar tarafından işgal olundu. Şehirde katliam bütün şiddetiyle devam ediyor. Kan gövdeyi götürüyor. Hamiyetli olan, Allah’ını, dinini seven, vatan ordusuna imdat etsin!..”

ŞEHADETİN ŞEREFİ, İHANETİN BEDELİ-10
(İZMIR’IN İŞGALI VE KURTULUŞUNDA YAŞANANLAR)

Yunan-Rum katliamları Konak ve çevresinde, Kordonboyu’nda olanca hızı ile devam ederken; İngilizlerin işgali altındaki Postahane’de Türk telgrafçı memurlar önemli bir çabanın içindeydiler. Yunan-Rum işgali ve katliamlarının tüm Türkiye’ye duyurulması gerekiyordu. İnsanlar, emperyalizmin güdümünde Yunanlıların İzmir’de gerçekleştirdikleri katliamları öğrenmeli idi. Telgrafçılar, her tehlikeyi göze alarak, gizlice birkaç merkeze şu telgrafı çekmeyi başardılar:

“İzmir, Yunanlılar tarafından işgal olundu. Şehirde katliam bütün şiddetiyle devam ediyor. Kan gövdeyi götürüyor. Hamiyetli olan, Allah’ını, dinini seven, vatan ordusuna imdat etsin!..”

Gizlice çekilen bu telgraf metni, sabaha karşı İlhakı Red Heyet-i Milliyesi tarafından yazılan telgrafın yeni duruma göre değiştirilmiş şekli idi. Memurlar, çektikleri telgrafın arkasından şu notu da eklemeyi unutmadılar:

“Bu telgrafı ele geçirmiş olan muhabere (haberleşme) memuru arkadaşlarımızdan Allah aşkına rica ederiz: Açık olan bütün hatlarla, memleketin her yanına yetiştirsinler. Onlar da gönderdikleri yerlere bizim ricamızı tekrarlasınlar. Namuslarına, vatanperverliklerine, erkekliklerine havale…”

İZZET BEY YUNANLILARDAN SAYGI GÖRÜYOR!

İzmir’de ilk kurşun Konak Meydanı’nda atıldıktan sonra Sarıkışla’da yaşananlar, Vilayet Binası’nda da yaşanıyordu. Vali İzzet Bey’in odasında Maşatlık Mitingi’nden sonra buraya gelen heyet üyeleri de vardı. Bina hem cepheden, hem de Askeri Otel’e çıkan Yunan askerlerinin yan taraftan açtıkları ateşle, iki yönden kurşun yağmuruna tutulmuştu. Orada bulunanların aklına da pencerelerden aşağı teslim bayrağı sarkıtmak geldi. Bulunan iki yatak çarşafından biri Konak Meydanı’ndaki pencerelerden birine, diğeri de Askeri Kıraathane ve Otel yönüne asıldı.

Kısa bir süre sonra Yunan askerlerinin silah sesleri Vilayet binasının alt katından duyulmaya başladı. Vali İzzet Bey’in yanındakiler, makam odasının kapısını ardına kadar açtılar. Yukarı kata ilk çıkanlar, ellerinle süngü takılmış tüfekleriyle iki Efzon askeriydi. Vali’nin yanındakilerden Rumca bilen biri Efzonlara; “odanın Vali’nin makamı olduğunu, izzet Bey’in de içeride bulunduğunu” söyledi. İki Yunanlı Türkçe ve Rumca küfürler savurarak, içerdekilerin ellerini havaya kaldırttılar. Vali İzzet Bey, Jandarma Komutanı ve odada bulunanlar ellerini yukarıya kaldırarak merdivenlerden aşağıya inmeye başladılar.

Yunan Efzon askerleri merdivenlerin iki yanına dizilmişler, önlerinden geçenleri süngü ve dipçikle yaralıyorlardı. Yalnız Vali İzzet Bey’e karşı oldukça saygılı davranıyorlardı. Vali’nin yanında Seyfi adındaki oğlu da bulunuyordu. Merkez Jandarma Komutanı Albay Ali Kemal Sırrı’nın apoletleri, vilayet binası girişindeki hole indiklerinde artık yerlerinde değildi. Efzonlar tarafından sökülmüştü. Apoletlerini söktürmek istemeyen Jandarma subayları ise ölesiye dövüldüler. Holde, subay ve sivillerin başlarındaki kalpaklar ve fesler, süngü uçlarına takılarak başlarından alındığı için birçoğu yüzlerinden yaralanmışlardı. Efzonlar, kalpak ve fesleri yerde çiğnedikten sonra, vilayet binasındaki kafile dışarı çıkarıldı.

Bu kafile de az önce 17. Kolordu kafilesinin gittiği yoldan Pasaport’a doğru ilerlemeye başladı. Yol boyunca, Vali, Jandarma Komutanı ve diğerleri elleri havada “Zito Venizelos” (Yaşasın Venizelos) diye bağırarak yürüyorlardı. Vali İzzet Bey, ara sıra oğlu Seyfi’yi de “Zito Venizelos” diye bağırması için uyarıyordu!

Kafile Tuzla Müdürlüğü önüne geldiğinde, üstü açık bir otomobil kafilenin yanında durdu. Gelen bir Yunan subayı idi. Vali İzzet Bey’i ve oğlu Seyfi’yi alarak götürdü.

Kafile, hakaret, dayak, dipçik ve kurşun yağmuru altında Gümrük’e varınca kısım kısım ayrılıp, oradaki Anadolu Bankası deposuna, zahire borsasına ve boş dükkânlara dolduruldu.

SULTANİ MEKTEBİ’NDE YAŞANANLAR

15 Mayıs 1919 Perşembe günü, İzmirli Müslüman Türkler için gerçekten kapkara bir gündü. Yunan vahşeti olanca hızıyla her tarafa yayılıyordu. Sultani Mektebi’ndeki küçücük çocuklar bile Efzon askerlerinin zulmünden kendilerini kurtaramamışlardı. Onların en büyük suçu, bir gün önce Maşatlık Mitingi’nin çağrı bildirilerini dağıtmış olmalarıydı. O gün Sultani Mektebi’nde öğrenci olan Hamit Erdirik, başlarından geçenleri yıllar sonra şöyle anlatacaktı:

“… Biz hepimiz ön cephe pencerelerden uzaklaşıp, kurşun tutmayacak iç odalara çekildik. Aradan geçen zamanı tayin edemeyeceğim. Binanın demirden giriş kapısı yıkılırcasına dipçikleniyor, tekmeleniyor, bin türlü galiz küfürlerle açılması isteniyordu. …

İşte bu an bir mucize imdadımıza yetişti: Sultani Mektebi’nin yatılı öğrencilerinin söküklerini dikmek, çamaşır ve elbiselerini ütülemek için gayet güzel müstahdem bir Rum kızı vardı. Bu kız namus timsali, çok samimi bir kardeşimiz gibi idi. Nereden gelmiş, ne vakit gelmiş bilmiyoruz… Birden ileri atıldı ve Rumca bir şeyler, camları dipçiklerle kırılmış olan cümle kapısına koştu. Biz odalardan çıkmaya cesaret edemedik. Çünkü dışarda kıyamet kopuyordu. İsmini hatırlayamadığım o muhterem kızın, içeri süngü takıp giren askerlerin kumandanı olan subayla mücadele edercesine konuştuğunu orta kapı aralıklarından görüyorduk. (H. Erdirik’in adeta ‘iyilik perisi’ gibi anlattığı bu Rum kızının diğer bazı anılarda, kapıyı Yunanlılara açtığı, içeride saklananları ele verdiği, Yunan subaylarına öğretmen ve öğrenciler hakkında gammazlık yaptığı anlatılmaktadır.) Bundan sonra subayın yüzündeki sert çizgiler yerine yumuşak ve güler yüzlü çizgiler hakim oldu. Ve kız bize doğru gelmeye başladı. Bugün hatırlayabildiğim hocalarımızdan İkinci Müdür Kemal Bey ve Din Dersleri Hocası Abdullah Efendi’nin bulunduğu öğretmenler odasına yöneldi, düşmandan hiçbir hareket görülmüyordu.

Bir an hocalarımız, o muhterem kızla hep beraber dışarı çıktılar ve subaya doğru yürüdüler. Ne konuştularsa konuştular. Bizler biraz cesaret alarak oda önlerine çıkmaya başladık… Hepimizin üzerlerini sıkı bir şekilde yokladılar. Para, tarak, ayna ve işe yarar ne varsa alıyorlar, başımızdaki fesleri yırtarak yere atıyorlardı. Bu iş de bittikten sonra, çift sıra halinde avluya çıkardılar. Etrafımızda sıkı emniyet tedbirleri alındı; süngü takmış, sayıları bize yaklaşan askerler etrafımızı kuşattı.

Dış cümle kapısından meydana çıkarıldık. Etrafımızı saran yerli melunlardan bizi mümkün mertebe koruyarak Caminin önünden 1. Kordon’a doğru sevk ettiler. Artık fecaatle karşı karşıya idik. Daha mektepten çıkarken bir Türk kadınının kucağında yavrusuyla öldürülmüş olduğunu gördük. O vakit Hükümet Konağı önünde havuzlar vardı. Havuzun kenarına yüzükoyun düşmüştü.

YERLİ RUMLAR SOPALARLA SALDIRIYOR

Ne vakit ki, Kordon’a çıktık, yerler Türk askerlerinin ve sivil halkın ölüleriyle dolu idi. O silahsızlara karşı aslan kesilenler bu kadar cinayeti ne zaman işlemişlerdi? Gümrük’ü geçtik, aynı fecaat. Solumuzda kenara rampa etmiş o tek dişi kalmış canavar sürüleri (zırhlılar) bu faciaya gülerek bakıyorlardı. Sıkı bir koruma altında Punta’ya (Alsancak) doğru sürülüyorduk. Etrafımızdan gelen yerli Rumların taarruzlarına, asker elinden geldiği kadar engel olmaya çalışır görünüyordu Çünkü üzerimizdeki elbiselerin yakalarında Mekteb-i Sultani işareti vardı. Ne de olsa hem genç, hem de mektep talebesi idi.

Gele gele Bornova Caddesi’ne geldik. İki taraf yerli Rumlarla dolu. Ellerinde sopaları bizi bekliyorlar. Artık dayak faslı başladı. Ama ne dayak!.. Kafa, göz demeden vuruyorlar. O dakika önümdeki sırada giden Din Dersi Hocamız Abdullah Efendi’nin başına inen bir sopa onu sendeletti. Elimi uzatıp tutayım dedim. Bir koca ayak bütün kuvvetiyle sol oyluğuma indi. Bayılır gibi oldum. O ana kadar hisseme hiç sopa düşmemişti. Topallamaya başladım.

Bornova Caddesi’nden çıkmıştık. Alsancak’ta, şimdiki karakolun arkasında parmaklıklı yere koyun sürüsü gibi tıkıldık. Zannederim yağmur o zaman başladı. Gök delindi, etrafı sel aldı. Açtık. Sabahleyin mektebi bastıkları zaman yemeklerimizi yağma etmişlerdi. Hiç unutmam öğle yemeği için börek vardı. Askerler ceplerine doldurdular, tabii biz aç kaldık…

Aradan ne kadar zaman geçti bilmem. Vinçlerin bulunduğu iskeleye bir vapur (Patris) yanaştı. Bizi oraya doğru sürdüler. Ve palas pandıras vapurun içine tıktılar. Karmakarışık koyun sürüsü gibi, birbirimizin üzerine yığıldık. Biraz sonra vapurun sıcak kısımları rağbete bindi. Herkes ısınmayı düşünüyor, yemeği düşünmüyordu. Daha sonra sıra, vapuru temizlemeye geldi. Helalardan başlayarak her tarafı temizletmeye başladılar…”

YARIN: Gümrük Başmüdürlüğü’nde yaşananlar: Agâh bey anlatıyor