DÜNYANIN uzak bir köşesinde küçük bir ada ülkesinin, eşine az rastlanır bir terör vahşetiyle bir anda dünya gündemine geleceği kimin aklına gelirdi ki? Dünya siyaseti ve ekonomisi açısından neredeyse hiç önem taşımayan, bununla beraber kendi içinde ciddi bir sosyoekonomik gelişmişlik seviyesine ulaşıp vatandaşlarına refah sunabilen bir ülke Yeni Zelanda. Avrupa’nın göbeğindeki ülkeler gibi terör, illegal göç, insan ve uyuşturucu ticareti gibi sorunlarla başı belada olmayan, sınırında yüzbinlerce Suriyelinin iltica için beklemediği, dişe dokunur bir güvenlik riski yaşamayan huzurlu bir ülke aslında.

Geçen cuma günü yaşanan terör saldırısının failinin böyle bir ülkeden, çıkması ilk bakışta şaşırtıcı gelebilir. Böyle bir ülkenin vatandaşının böylesine hunharca bir katliama imza atması beklenmedik bir olay olarak görülebilir. Ancak işin aslı hiç de öyle değil. Her şeyden önce, terörün hiçbir şekilde meşrulaştırılamayacak bir insanlık suçu olduğunu belirtmekte fayda var. Bir diğer ifadeyle, terörü kim, ne amaçla, hangi saik, araç ya da yöntemle, hangi ortamda hangi şart altında yaparsa yapsın, teröristin eyleminin meşru görülmesi mümkün değildir. Yani, “bana dinî ayrımcılık yapıldığı için teröre başvuruyorum” ya da “etnik kimliğim tanınmadığı için bu eylemi yapıyorum” denemez. Bunun hukuk karşısında hiçbir hükmü yoktur, olamaz.

Kelime anlamı itibarıyla “korkutmak, dehşete düşürmek” anlamına gelen terörizm, bir kişi ya da grubun hedefine varmak için halkta korku yaratmaya yönelik tüm eylemlerini kapsar. Bir terör örgütünün hükümetten talep ettiklerini alabilmek için halkı korkuya, dehşete sevk etmesi, halkın taleplerini yansıtan hükümetleri zor duruma düşürmek amacını taşır. Yani terör örgütleri, devletten isteyip de temin edemedikleri tavizleri, halkın kitlesel baskı yapmasını sağlayarak elde etmeye çalışır. Hükümetlerin terör eylemleri sona ermeden örgütle müzakereye girmesi işte bu yüzden tehlikeli ve yanlıştır.

Bazen ise, bir terör örgütü bünyesinde olmayıp bireysel eylemlere başvurulduğu görülür. Burada ise hükümetten taviz koparmaktan ziyade kamuoyuna bir mesaj verilmek istenir. Yeni Zelanda’da yapılan bu tür eylemlere benzemekte. Terörist, yaptığı katliam, eylemde kullandığı silâh üzerindeki yazılar ve yayınladığı sözümona manifesto ile bir mesaj vermek istiyor. Mealen “Müslümanlar Hristiyanları öldürmüştü, intikamını alıyorum” diyen bu ruh hastası cani, terörün dininin ve milletinin olmadığını, bunun bir insanlık suçu olduğunu görmezden geliyor. Eylemin aslî hedefi, o esnada camide bulunan bireyler değil. O bireylerin hedefte kalmasının tek sebebi, taşıdıkları Müslüman kimliği. Bir diğer deyişle, orada bulunanlara sıkılan kurşun, aslında o kişilerin Müslüman kimliğine sıkılıyor. Öldürülenlerin şahsî kimliklerinin terörist açısından hiçbir anlamı ve önemi yok. Onun için önemli olan tek şey, bu eylemle tüm Müslümanlara “ölebilirsiniz” mesajının verilmesi.

Aklınca tüm Müslümanları tehdit eden bu terörist, bilhassa Avrupa’da artan İslamofobinin ve ırkçılığın sembollerinden bir olmaya aday. Müslümanlara karşı ayrımcılığın ve nefret suçlarının artışa geçtiği ne kadar gerçekse, bu gidişatın DEAŞ gibi terör örgütlerinin varlığı ile meşru ve masum hâle getirilemeyeceği de bir o kadar gerçektir. “İslamcı terör” diyerek bir dinin mensuplarını töhmet altında bırakanların, Yeni Zelanda’daki terör saldırısına da aynı sertlikte karşı çıkması gerektiği tartışmasız. Zira terör karşısında can veren, şu ya da bu kişi veya grup değil insanlık oluyor. Teröre karşı bir ve beraber olunmadıkça ve ortak mücadele yürütülmedikçe insanlık için acı dolu günler bitecek gibi görünmüyor.