ABD Başkanı Trump’ın görevine başladıktan sonra ziyaret ettiği ilk ülke Suudi Arabistan olmuştu. Trump’ın Mayıs 2017’deki ziyaretinden kısa bir süre sonra Riyad yönetimi, terör örgütlerine destek vermek, Hamas’ı korumak, İran ile iş birliği yapmakla ve bazı Arap ülkeleri tarafından “terörist” bir örgüt olarak kabul edilen Müslüman Kardeşler’e kucak açmakla suçladığı Katar ile ilişkilerini askıya almıştı. Suudi Arabistan’ı Mısır ve BAE dâhil diğer Arap ülkeleri takip etmiş, Haziran 2017’de Katar ablukaya alınmıştı.

Trump’ın Orta Doğu’ya getirdiği farklı yaklaşımların sonucu olarak İran’la birlikte Katar baskı altına alınan bir ülke konumuna düşmüştü. Trump döneminin son günlerine gelindiği bugünlerde ise bambaşka bir tablo ortaya çıkıyor. Trump’ın gelmesiyle Körfez’de baş gösteren ihtilaflar, Trump’ın gidişiyle ortadan kalkacak gibi görünüyor.

Trump, Körfez bölgesinde farklı bir strateji belirlemişti. İlk yurt dışı ziyaretini Riyad’a yapması ve onun hemen ardından İsrail’e geçmesi, İsrail ve Suudi Arabistan’la oluşturduğu cephe ile İran’ı sıkıştırmaya çalışması, Riyad’la 110 milyar dolarlık silah satışı anlaşmasına varması, Cemal Kaşıkçı cinayetinde görüldüğü üzere Veliaht Prens’e toz kondurmama çabaları ve Filistin ihtilafına sözde barış getirecek “Yüzyılın Anlaşması” gibi gelişmeler, alıştığımız ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinden kopuş yaşandığını gösteriyordu.

Suudi Kral Selman’ın, Katar krizinin başlamasından iki hafta sonra, İran’a karşı sert tutumuyla bilinen oğlu Muhammed Bin Selman’ı birinci veliaht prens olarak tayin etmesi ve veliaht prensin Trump’ın damadı Kushner ile yakın bir ilişki içinde olması da Selman ailesi ile Trump ailesi arasında yakınlaşmanın boyutunu gözler önüne sermişti. ABD’nin bölgeyi yeniden tasarlamak, bu süreçte İran ve Katar’ı dizginlerken Suudi Arabistan ve BAE’ni öne çıkartmak istediği belliydi. Trump’ın bölgeyi ziyaretinden hemen sonra patlak veren Katar krizi, Trump’ın Körfez’i bölme ve zayıflatma hedefine ulaştığının somut göstergesi olmuştu.

Krizin üzerinden 3,5 yıl geçmiş, Trump da Başkanlık koltuğunda son günlerine girmişken Körfez’in havası değişmeye başladı. Bir süredir bölge ilkelerinin de Katar’a yakınlaşmak istediğine dair emareler ortaya çıkmaya başlamıştı. Özellikle Kuveyt, Doha ile Riyad’ın normalleşmesine yönelik diplomatik ara buluculuk girişimlerini hızlandırmış, belli bir aşamaya gelinmişti. 4 Ocak’ta Kuveyt yönetimi, “İki ülke arasındaki tüm sınırların açılması için anlaşmaya varıldığını ve Suudi Arabistan ile Katar arasındaki tüm meselelerin çözüme kavuşturulması için uzlaşmaya varıldığını” duyurdu. Bir gün sonra da Körfez İşbirliği Konseyi Zirvesi için Katar Emiri’nin Suudi Arabistan’a gitmesiyle birlikte, ihtilafın sona erdirilmesini öngören Al-Ula Bildirisi’nin imzalandığı duyuruldu. Katar’ın ablukadan kurtulmuş olması ve Körfez ihtilafının çok geçmeden sona ermiş olması, Körfez bölgesinde güven ve istikrarın artacağına işaret ediyor.

Peki, bu gelişme, Kuveyt’in ara buluculuktaki üstün başarısı olarak mı değerlendirilmeli yoksa meselenin çözümünü başka yerde mi aramalıyız? Evvela, krizin başlamasına sebep olan ABD’nin, yine krizin hallinde en önemli aktörlerin başında geldiği söylenebilir. Ne var ki bu, ABD’nin ihtilafın çözülmesi için çok çaba harcamış olmasından kaynaklanmıyor. Çözümde ABD’nin payı esasen Suudi Arabistan’ın Trump sonrası yeni döneme uyacak bir pozisyon arayışından ileri geliyor.

Biden yönetiminin Trump gibi Veliaht Prens Selman’ı kayırmayacağı, hatta ABD’nin Riyad ile gerginlik yaşayabileceğinin görülmesi, Suudi Arabistan’ın tavrının değişmesini kaçınılmaz kıldı. Riyad, “bölgede sorun çıkaran taraf” olarak damgalanmaktan kurtulmak ve yeni ABD yönetimi ile iyi bir başlangıç yapmak için attığı bu adımıyla, aslında Katar karşısında istediğini alamadığını da kabullenmiş oldu. Bu çerçevede, Biden döneminde Körfez bölgesinin öne çıkan aktörünün Katar olacağını öngörmek mümkün.