BUGÜNKÜ CHP’NİN UNUTTUĞU ATATÜRK VE CUMHURİYET İLKELERİ (4)

Atatürk, “Türk halkı” derken yapay “Türkiyelilik” kavramını değil “Türk milli kimliği” altında birleşen toplumların tümünü işaret etmiştir. Onun “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.” “Türk olmak, doğuştan olmaktan fazla bir şeydir ve o kadar da kolay değildir. Bir idraktir, bir heyecandır bir cehttir” ifadelerinden de bu açıkça anlaşılabilir.

MUSTAFA Kemal Atatürk “Türk halkı” derken yapay “Türkiyelilik” kavramını değil “Türk milli kimliği” altında birleşen toplumların tümünü işaret edip; kimliği sosyal, kültürel ve psikolojik bir zemin üzerine bina etmeye çalışarak bu şeklide duygusal bir bağ ve bütünlük oluşturmak istemiştir. Onun “Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.” “Türk olmak doğuştan olmaktan fazla bir şeydir ve o kadar da kolay değildir. Bir idraktir, bir heyecandır bir cehttir” ifadelerinden de bu açıkça anlaşılabilir. Günümüzdeki anlamıyla halkçılık bir siyasal akım olarak ilk kez 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmış olan bir “köylücülük” hareketidir. Köylücülük akımına göre devlet yönetimine egemen olması gereken sınıf köylülerdir. Toplumu besleyen kırsal kesim halkı devleti yönetirse; nüfusun çoğunluğu köylerde yaşadığından ülke ve devlet işleri daha kolay yönetilebilecektir. İlk olarak Rusya’da doğan bu harekete “Narodnik” hareketi adı verilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu içerisinde yaşayan çeşitli milletlerde ve özellikle Ermeniler içerisinde halkçı düşünceler yaygın olup, Rus halkçılığı “Narodnizm” Osmanlı vatandaşı Ermeni aydınlarını derinden etkilemiş bir düşünce sistemiydi. Gerek Ermenilerin bu faaliyetleri, gerek Gaspralı İsmail, Yusuf Akçura gibi aydınların fikirleri gerekse de Makedonya’daki halkçı ihtilalci hareketlerin etkisiyle Osmanlı kamuoyu halkçı düşüncelerle 19. yüzyılın sonlarında tanıştı. İttihatçılar, Balkan vilayetlerinde halkı kendi yanlarına çekmek ve taraftar bulabilmek için 1908 öncesinde yoğun propaganda faaliyetleri yürütmüşler, bu nedenle de zaman zaman halkçı söylemlere başvurmuşlardır. Bu anlamda halkçılık söyleminin oluşması ve halk kavramına giderek artan vurguyu aslında yeni bir aydın kuşağının doğmasıyla ilişkilendirmek yerinde olur.

II. Meşrutiyet (1908) sonrası halkçı düşüncenin gelişimi söz konusu olduğunda iki aydının adları ön plana çıkar. Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp. Yusuf Akçura Türk Yurdu dergisinde derginin “halkseven” olduğunu yazmıştır. Türk Yurdu çerçevesinde 1912 yılında yayınladığı Halka Doğru dergisi ise bizzat halkçı düşüncelerin yayılmasını amaçlar. Akçura’ya göre halk kırların yoksul köylüleri, küçük esnaf ve kentlerin ücretli emekçilerinden oluşmaktaydı. Bir başka deyişle Akçura’nın halk kavramıyla kastettiği şey yoksul kesimlerdi. Ona göre millet ve halk aynı şeyler değillerdi ve halkın ayırt edici özelliği bir anlamda sınıfsal olarak belirlenmesiydi.

HALKA DOĞRU GİTMEK

Ziya Gökalp için halk, aydınların dışında kalan bütün sınıflardı. Dolayısıyla eğitimsiz bir toprak ağası da halktan birisiydi, yoksul bir köylü de. Gökalp için halk aralarında çıkar çatışması olmayan birbirlerini tamamlayan sınıfsız, kaynaşmış değişik grupların tamamını ifade ediyordu. Gökalp’in bu anlayışı Türkiye Cumhuriyeti’ne de miras kalmış, onun fikirleri Mustafa Kemal Atatürk ile hayat bulmuştur. Ziya Gökalp’te halkçılığın sınıfsal boyutları ortadan kalkmış Türkçülüğe ve milliyetçiliğe indirgenmiştir. Türkçü aydınlar halkı yakından tanıma, ona değer verme, seviyelerini yükseltme ve halkla aydın arasındaki uçurumu ortadan kaldırarak bu yolla bütünleşmeyi hedefliyorlardı. Bu sebeple halka doğru gitmek Türkçülüğün ana hedeflerinden birisi olarak kabul ediliyordu. Halkın hâkimiyetini halka vermek için 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi, 24 Nisan’da Ankara Milletvekili Mustafa Kemal Atatürk’ü Meclis Başkanı seçecek ve Mustafa Kemal Atatürk de aynı gün Meclise verdiği önergesinde “Büyük Millet Meclisinin üstünde bir kuvvet yoktur” diyerek “halkçılık” yolundaki ilk adımlarından birisini atmış oluyordu. Mustafa Kemal Atatürk bu maddelerin ne anlama geldiğini Büyük Nutkunda şöyle izah edecektir: “Efendiler, bu ilkelere dayanan bir hükûmetin niteliği kolaylıkla anlaşılabilir. Böyle bir hükûmet, millî hâkimiyet temeline dayanan halk hükûmetidir; cumhuriyettir”.

Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’ye özgü halkçılık modelini oluşturabilmek için 13 Eylül 1920’de Büyük Millet Meclisine “Heyeti Vekilenin siyasî, içtimai, İdarî, askerî nokta-i nazarlarını telhis ve teşkilatı idariye hakkındaki mukarreratımı ihtiva eden programı” veya diğer adıyla halkçılık programını sunar. Cumhuriyet Halk Fırkasının kurulmasından sonra 11 Eylül 1923’te Mustafa Kemal Atatürk genel başkanlığa getirdi. Ardından, Sivas Kongresi ilk kurultay kabul edildiği için ikinci kurultay olarak kabul edilen Büyük Kongre 15 Ekim 1927 tarihinde Büyük Millet Meclisi Salonunda toplanmıştır. Bu kurultayda kabul edilen 123 maddelik tüzüğün birinci maddesinde CHF’nın cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi bir siyasi parti olduğu ifade edilirken dördüncü maddesinde fırkanın kanun nazarında mutlak bir eşitliği kabul ederek hiçbir ailenin, hiçbir sınıfın, hiçbir cemiyetin ve hiçbir ferdin imtiyazlarını tanımayan fertleri haktan ve halkçı saydığı belirtilmiştir. Aynı şekilde 10 Mayıs 1931 tarihli üçüncü kurultayda da “kanunlar önünde mutlak müsavat kabul eden ve hiçbir ferde, hiçbir aileye, hiçbir sınıfa, hiçbir cemaate imtiyaz tanımayan fertleri halktan ve halkçı olarak kabul ederiz” kararı alınacaktır.

Özetle ifade etmek gerekirse; Mustafa Kemal Atatürk’e göre halkçılık siyasi bir içerik taşımaktadır. Bu siyasi mahiyet öncelikle hakimiyetin kaynağı ile ilgilidir. “Halkçılık, kuvvetin, egemenliğin, idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır” diyen Mustafa Kemal Atatürk halkçılığı çağdaş demokrasi anlayışının uygulanması olarak kabul etmektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün halkçılık anlayışı sınıf kavgasına karşıdır. Bu anlayış özellikle sosyalist ve komünist rejimlerdeki gibi halkın ploreterya-burjuva gibi sınıflara bölünmesini reddeder. Mustafa Kemal Paşa’nın hayata geçirmeye çalıştığı “halkçılık” milliyetçilik ile iç içedir. 14 Ağustos 1920 de yaptığı konuşmasında bunu net bir şekilde ortaya koyar:

“Biz memleket ve milletimizin mevcudiyetini ve istiklalini kurtarmak için karar verdiğimiz zaman kendi nokta-i nazarlarımıza tabi bulunuyorduk. Ve kendi kuvvetimize istinat ediyorduk. Hiçbir kimseden ders almadık, hiç kimsenin muğfil mevaidine (aldatıcı vaatlerine) aldanarak işe girişmedik. Bizim nokta-i nazarlarımız, bizim prensiplerimiz cümlece malumdur ki, Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve teşebbüste bulunmadık. Bizim itikadımıza göre; milletimizin temini hayat ve tealisi kendi kabiliyeti hazmiyesiyle mütenasip olan nokta-i nazarlardır. Fakat esas itibariyle tetkik olunursa bizim nokta-i nazarlarımız -ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, hâkimiyetin idarenin doğrudan doğruya halka verilmesidir. Halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine şüphe yok ki bu dünyansın en kuvvetli bir esası bir prensibidir. Elbette böyle bir prensip Bolşevik prensipleriyle tearuz etmez. Vakıa bize milliyetperver derler. Fakat biz öyle bir milliyetperveranız ki bizimle teşriki mesai eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icabatını tanırız... Bahusus Bolşevizm millet içinde mağdur olan bir sınıf halkı nazarı mütaaleya alır. Bizim milletimiz ise heyeti umumiyesiyle mağdur ve mazlumdur.”

Mustafa Kemal Atatürk’ün halkçılık anlayışı ayırıcı değil bütünleştiricidir, toplumun bütün katmanlarını birbirine eşit olarak kabul eder ve toplumun ekonomik sosyal ve kültürel yönden geliştirilmesini amaç edinmiştir. Medeni kanunun kabule edilmesi, kadınlara siyasal haklarının verilmesi, sosyal devlet anlayışının geliştirilmesi, eğitim seferberliğinin başlatılması, millet mekteplerinin açılması, halkevlerinin kurulması vb. gibi çalışmalar Mustafa Kemal Atatürk’ün halkçılık anlayışına bir örnektir.

DEVLETÇİLİK

Devletçilik, devlet yetkilerinin artması, genişlemesi, kamu hizmet ve faaliyetlerinin yayılmasıdır. Bu çerçevede, bir tür devlet müdahalesi anlamına da gelmektedir. Ancak en klasik tanımıyla devletçilik; devletin, daha önce kendi faaliyet alanına girmeyen konulara da, kamu menfaati sebebiyle girmesi, katılması ve müdahale etmesi demektir.

Devletçilik, dar ve geniş olmak üzere iki anlamda kullanılır. Geniş anlamda devletçilik; Türkiye’de uygulanan ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın özelliklerini ortaya koyan bir politik uygulamadır. Dar anlamda ise; özel teşebbüse yer veren ekonomik prensiplere sahip, iktisadi alandaki uygulamalardır. Türkiye’de devletçiliğin asıl uygulamaları, ekonomide görüldüğünden, devletçilik daha çok ekonomik bir mana ifade etmektedir.

Devletçilik; ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın özelliklerini gösteren, niteliklerini belirten bir politik uygulama ve uygulamaya yön veren bir temel ilkedir. Bir ekonomik kalkınma modeli olarak devletçilik, toplum yararına yaygın hizmetleri öngörür. Emperyalist toplumlarda olduğu gibi çıkarları birbirleri ile çatışan sınıflara Türk İnkılâbı’nda yer olmadığı gibi, Türk toplumunun bütün kesimlerini aynı oranda ve bir arada zenginleştiren bir kalkınma anlayışı devletçiliğin esasıdır.

PLANLI KALKINMA

Mustafa Kemal Atatürk, devletçiliğe ilişkin olarak yaptığı bir konuşmada, “Bizim izlenmesini yerinde gördüğümüz devletçilik ilkesi, bütün üretim ve dağıtım araçlarını bireylerden alarak, ulusu büsbütün başka temeller üstünde düzenlemek amacını izleyen sosyalizm ilkesine dayanan kolektivizm ya da kominizim gibi özel ve kişisel ekonomi girişimlerine ve iş yapmalarına meydan bırakmayan bir yöntem değildir.” diyerek, Türkiye’de devletçiliğin ne anlama geldiğini ve nasıl yorumlanması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur. Mustafa Kemal Atatürk’e göre devletçilik, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir. Dikkat edileceği üzere, devletçilik demokrasi ve hürriyet rejimi içerisinde değerlendirilmiş, devletin, iktisadi sahada rehberliğini ön planda tutmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk devletçilik ile devleti, ekonomik hayatı destekleyen bir güç olarak düşünmüş ve devletin bizzat ekonomik faaliyetlerde bulunmasını istemiştir. Mustafa Kemal Atatürk’ün devletçilik anlayışında, sanayi ağırlıklı uygulamalar ile planlı kalkınma modelleri söz konusudur. Bu anlamda Mustafa Kemal Atatürk, “Sanayi Planları ve Uygulamaları”ndan ülke adına büyük beklentiler içerisindedir. Bu çerçevede, 1 Kasım 1937 tarihinde TBMM’nin beşinci dönem üçüncü toplanma yılını açarken yaptığı izahta; “Endüstrileşmek en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için hammaddeleri ülkemizde bulunan küçük-büyük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. İleri ve zengin Türkiye idealine ulaşabilmek için bu bir zorunluluktur.” diyerek, devletçiliğin sanayi alanındaki rolünü ve Türkiye’nin kalkınma sürecindeki yeri ve önemini ifade etmiştir.

YARIN: LAİKLİK