Dünya her anlamda çalkantılı bir süreçten geçiyor. Nedenini ister pandemide, ister ekonomide, ister başka bir kıstasta arayın; pek çok sorunun artık kriz hâline geldiği görülüyor. Sorunların kriz hâline gelmesindeki en önemli etken ise uluslararası yapıların, kriz çözme becerilerini günümüz şartlarına göre güncelleyememiş olmasıdır.

Uluslararası kuruluşlar günümüz gerçeklerinden uzakta, değişime ve yeni şartlara direnmekte, böylece sorunlara gerçekçi bir biçimde yaklaşamamaktadır. Oysa ki dünya koşullarının artık eskisi gibi olmadığı gerçeği ortadadır. Bu gerçeği kabullenmeyen uluslararası yapıların yaptığı bir diğer hata da olumlu veya olumsuz net adımlar atmak yerine uygulanan “öteleme” stratejisidir. Zira sorunlar bellidir, çözümler bellidir. Sorunları ötelemek, çözüm yerine krizleri körüklemektedir.

Uluslararası kuruluşların bu tutumuna son olarak geçtiğimiz 25-26 Mart tarihinde gerçekleştirilen AB Liderler Zirvesi’nde şahit olduk. Evet, Avrupalı liderler toplanarak günümüzün birçok sorununa çözüm bulmak için görüştü, hatta zirveden Türkiye açısından birçok olumlu mesaj da çıktı. Özellikle Türkiye’ye çeşitli yaptırımların uygulanması için AB’ye baskı kuran Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin zirveden elinin boş dönmesi, bazı Avrupa ülkelerinin Uygur Türklerine yönelik insan hakları ihlalleri nedeniyle Çin’e yaptırım kararı alması, mülteciler konusunda dünyaya örnek olacak bir mutabakattan bahsedilmesi, Türkiye ile ilişkilerde iş birliğine hazır olunduğunun söylenmesi, Gümrük Birliği, vize serbestisi, terörle mücadele gibi konularda verilen mesajlar elbette ki çok değerlidir. Fakat AB geçmişte de buna benzer açıklama ve söylemlerde bulunmuş ancak aradan geçen onca zamana rağmen herhangi bir çözüm üretememiştir.

Mülteci krizindeki rolümüz övüleceği kadar övüldü, artık beklentimiz soruna getirilecek kalıcı bir çözümdür. Doğu Akdeniz’de izlediğimiz tansiyonu düşürücü adımlarımız yeterince takdir topladı, artık beklentimiz milli haklarımızın tamamen tanındığı sözleşmelerin imzalanmasıdır.

Bazı konuların ön plana çıkarılıp, sorunların çözümüne yönelik net hamleler yapılmadığı müddetçe Türkiye-AB ilişkilerinin olumlu yönde ivme kazanması beklenilemeyecektir. AB tarafının Türkiye’yi kaybetmeme adına bazı alanlarda uzlaşma vadetmesi, karşılıklı ilişkileri ne koparacak ne de güçlendirecek, sadece belli bir seviyede tutacaktır.

AB tarafı bu siyaseti ile bugünü kurtarayım, nasıl olsa gelecekte benim çıkarlarımı savunacak bir siyasi idare Türkiye’de hâkim olur düşüncesini taşıyorsa, gelecekte mahcup ve mağlup taraf olacağı gerçeğiyle yüzleşeceklerini akıllarından çıkarmamalıdır.

Avrupa Birliği, Türkiye ile iyi ilişkiler hedefliyorsa “az sonra, çok yakında” tarzı söylemler ile gerçekleştirdiği erteleme stratejisini bir kenara bırakıp somut adımlar atmalıdır. Türkiye’nin AB’den istediği keskin tavırlardır. Türkiye’nin bugün izlediği dış politika bir hükümet stratejisi değil, devlet politikasıdır. Bu nedenle AB, Türkiye’ye bakarken gördüğü “Avrupa’nın uzak karakolu” anlayışını terk etmelidir. Türkiye’nin bölgesel bir güç olduğu kabulü, Türkiye-AB ilişkilerini istikrarlı bir yapıya kavuşturacaktır.

Oyalama taktikleri “Avrupa Birliği’ne ne gerek var?” sorusunun sorulmasını engelliyor, kendilerine zaman kazandırıyor olabilir, lakin bu soru, bu zihniyetle devam ettikleri sürece bir gün bizzat Avrupa tarafından sorulacaktır.