Savaş ve silahlı çatışma halleri, şiddetin ana kural haline geldiği, insan öldürmenin ve mala zarar vermenin doğallaştığı ve sıradanlaştığı zamanlardır. Ancak bu şiddet ve ölüm zamanlarında dahi uygulanması gereken kurallar mevcuttur. Bunlara kısaca savaş hukuku adını verebiliriz. Silah taşıma ve o silahı düşmana karşı kullanma imtiyazına sahip savaşanlar ile savaşın menfi etkilerinden korunması gereken siviller arasında ayrım yapılması ve yalnızca ilk gruba karşı askeri operasyonlarda bulunulması, savaş hukukunun en temel ilkelerinden biridir. Dolayısıyla bir kumandan hiçbir zaman doğrudan sivil bir şahsın veya nesnenin hedeflenmesi ve saldırının muhatabı haline getirilmesini emredemez. Bir okul, hastane, mescid gibi sivil mekanlar da asla bu tip bir saldırı emrinin konusunu teşkil edemez. Yalnızca askeri hedeflere karşı bir saldırı uluslararası hukuk tarafından meşru kabul edilebilir.

Yakın zamanda, yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız ilkelerin ağır bir ihlalini gözlemledik. İsrail Savunma Güçleri, Gazze’de bulunan çok katlı bir apartman kompleksini 2000 librelik bombalar kullanarak imha etti. Bu binanın askerî özellikte eylemlerde kullanılmadığı ancak içerisinde istihbarat ofisi olarak kullanılan kat veya katlar olduğu İsrail tarafından ifade edildi. Ancak bu bile bütün bir binanın yıkılmasını meşru hale getirmemektedir. Günümüzde özellikle hedefleme teknolojisinin bu kadar ilerlediği bir zamanda, patlayıcı ve imha edici gücü çok fazla olan ve nüfuz edici bomba olarak da bilinen sistemlerin kullanılması yalnızca etkileri sınırlandıramayan mühimmatın kullanılması sivil hayatların korunması için güçlü bir kaygının bulunmadığına işaret etmektedir.

Açıkça ifade etmeliyiz ki bu bombalama savaş hukukuna yani uluslararası hukuka aykırıdır. Sivil- savaşan ayrımı yapılmadığı gibi, çevredeki sivil kişi ve binaların etkilenmemesi için de gerekli tedbirler de yeterli seviyede alınmamıştır. Maalesef, bu son hukuk ihlali İsrail’in bölgesindeki ne ilk ihlalidir ne de son olarak kalacak gibidir.

İsrail’de ve işgal ettiği bölgelerde yaklaşık olarak 7 milyon Musevi ve 7 milyon Filistinli yaşamaktadır. İsrail, çoğunluğu Müslüman olan Filistin üzerinde uzun süredir demir bir yumrukla idaresini sürdürmektedir. Uzun zamandır süregelen devlet uygulamalarında İsrail, bölgede meskûn Müslüman nüfusa karşı ırk ayrımcılığına ve zulme varan sistematik uygulamalar gerçekleştirmiştir. İnsanların evlenmeleri, bir yerden bir yere taşınmaları, kendileri ve aileleri için yuva inşa etmeleri dahi sıkı protokollere bağlanmış ve fiilen aslında yasaklanmıştır.

2018 senesinde parlamentosunun geçirdiği yasa ile İsrail yalnızca Musevi halkı için bir devlet olacağını beyan ve kabul etmiştir. Bu kabulün sonrasında sıkı bir Musevileştirme ve Arapsızlaştırma politikası devam ettirilmiştir. Bu süreçte, Museviler için yeni yerleşim yerlerinin kurulması projesi benimsenmiştir. Filistin halkı için ise yaşanılır bir çevre yaratılması vb. konularda en ufak bir adım atılmamış, Müslümanların genel olarak altyapısı zayıf, kalabalık yerleşim yerlerine insanî olmayacak şekilde sıkıştırılmaları hedeflenmiştir. Bu eğilimle uygun olacak şekilde, insanların en ufak özgürlüklerden istifade etmelerinin önüne geçilmiştir.

İsrail’in bilinçli olarak ve sistematik bir şekilde sivil halka karşı ayrımcı politikalar güttüğü, devlet aygıtının müdahil olduğu hemen her olayda Araplar aleyhine tavırlar geliştirdiği rahatlıkla söylenebilir. Aynı şekilde, bir işgal rejimi altında bulunan ve dolayısıyla da işgal hukukunun kurallarına riayet edilmesi gereken Gazze ve Batı Şeria’da bu kurallara istikrarlı bir şekilde uyulmadığı da aşikârdır. Son olarak, silahlı çatışmalar esnasında uyulması gereken en temel konularda bile İsrail tarafından en ufak hassasiyetin gösterilmediği de ortadadır.

Tüm bunların neticesinde, uluslararası ceza hukuku hükümlerinin, yukarıda kısaca işaret edilen fiillerin faillerine karşı uygulanması gündeme gelmiştir. Ocak 2015’te Filistin Hükûmeti, yapmış oluğu bir açıklama ile Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (Bundan sonra kısaca UCM) kazaî yetkisini kabul etmiştir. Bu açıklamaya göre, 13 Haziran 2014 tarihinden itibaren Doğu Kudüs’ü de içine alan işgal altındaki Filistin ülkesinde işlenen suçların araştırılması için bu yetki kabul edilmiştir.

UCM’nin I nolu Ön Dava Dairesi oyçokluğu ile mahkemenin yetkili olduğuna oyçokluğu ile hükmetmiştir. Karar ışığında, Filistin ülkesindeki kazaî yetkisi kapsamına 1967 senesinden bu yana İsrail Devleti tarafından işgal edilen topraklar da dâhil edilmiştir. Daire’nin ilk işi Mahkemeyi kuran andlaşmanın 12. Maddesinin ilgili hükmünü yorumlamak olmuştur. Bu hükümde zikredilen “toprakları üzerinde söz konusu olayın meydana geldiği devlet” teriminin ve o devletin sınırlarının Filistin için somut olayda kullanılmasında, andlaşmada kullanılan terimlerin olağan anlamlarına müracaat edilerek konunun araştırılması ve somut kapsamının belirlenmesi gerekmektedir. Daire’ye göre; Filistin’in kurucu andlaşmaya “bir devlet olarak” üyeliği bu son yetki kararının verilmesi zorunluluğunun ortaya çıkmasından çok önce gerçekleşmiştir.

Daire, Taraf Devletler Meclisi tarafından “bir devlet olarak” bu çok taraflı hukuk metnine taraf olmasında sakınca görülmemiş Filistin İdaresi’nin devlet olma keyfiyetini araştırmayı artık gereksiz görmüştür. Bu yaklaşıma göre, Filistin’in devlet olması hususunda şüphelerin mevcut olması halinde, zamanında söz konusu başvurunun kabul edilmeyeceği ve fakat söz konusu müracaatın kabul edilmiş olması gerçeği karşısında, cezaî bir makam olan Daire’nin bir anlamda yetkisini aşarak uluslararası hukuk ve siyaset alanında kapsamlı bir inceleme yapması gereksiz olarak değerlendirilmiştir. Daire, 1967 senesinden itibaren İsrail Devleti tarafından işgal edilen Filistin ülkesi üzerinde Filistinlerin kendi kaderini tayin ve bağımsızlık haklarını tanıyan 67/19 sayılı Birleşmiş Milletler Genel Konsey kararına da atıfta bulunmuştur. Dolayısıyla işgal altındaki bu toplumun kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğu değerlendirilmiştir. Bu yorum, kendi kaderini tayin hakkının aslında dar yorumlanması ve dekolonizasyon süreciyle ilişkili okunması gerekliliğiyle de uyumludur.

Daire’nin yaklaşımında dikkat edilirse belli bir temkin mevcuttur. Hukuka da uygun olarak Daire, Filistin’in devletliği konusuna girmekten imtina etmiş ve bu meselenin kendisi nazarında hallolmuş bir konu olduğuna dikkat çekmiştir. Bu tespit; Almanya, Avusturya ve Avustralya gibi devletlerin tepkisini çekmiş ve Filistin’in “devlet olma” şartlarını sağlayamadığı bu devletlerce ifade edilmiştir. Elbette ki buradaki nihaî amaç, Savcılık makamı ve genel olarak da UCM üzerinde siyasal nitelikli bir baskı kurulması ve İsrail’in uluslararası ceza kuralları gereği cezalandırılması gereken personelinin korunmasını sağlamaktır.

Savcılık tarafından UCM sistemi içinde bir soruşturmanın açılması için, işlendiği iddia edilen suçların belli bir ağırlığa da ulaşması gerekmektedir. Sadece son Gazze çatışmalarında dahi yüzlerce sivil, kadın ve çocuk denmeden öldürülmüştür. Bu konudaki uluslararası tepkiler dahi İsrail’in bu tutumunda bir değişikliğe gitmemiştir. Bu nedenlerle bu konuda da herhangi bir soru işaretine yer kalmamıştır.

UCM, insanlığın ortak vicdanını kanatan ağır insan hakkı ihlallerini ve savaş suçları ile saldırı savaşını cezalandırmak için kurulmuştur. Filistin meselesi, 1948’ten bu yana insanlığın ve barışın önünde can acıtıcı bir vahşet, mülksüzleştirme ve ulusal zenginliklerin yağmalanması örneği ve engeli olarak durmaktadır.

Bu nedenle UCM’nin konu hakkındaki durumu inceleyerek suç işlediği iddia edilen insanları yargılaması, uluslararası barışın tesisinde önemli bir adım olarak değerlendirilebilir. Ancak bu sonuca ulaşılmasının önünde ciddi engeller vardır. Bu engellerin hiç biri ise hukukî mahiyette değildir. Uluslararası siyasetin UCM’nin hukuka uygun ilerlemesine izin verip vermeyeceği ise dikkatle izleyeceğimiz bir sorudur.