İmparatorluklar çağının kapanıp, ulus-devletlerin kurulmaya başlamasından günümüze elbette devrin temel belirleyeni olan konu ve kavramlar tartışılmaya devam ediyor. Henüz başında, yazının bu tartışmaya bir çözüm getirme amacı taşımadığını söylemekte yarar var. Daha çok, bu tartışmalarda demokrasi kavramını kendine paravan yaparak ulus-devlet ve milliyetçilik çağının temel dinamiklerini dinamitlemeyi bir ideolojik saplantı haline getirenlere yönelik bir eleştiriyle birlikte çağa ve güncele dair bir fotoğraf çekme çabası söz konusu olacak.

Elbette konu tek bir yazıyla ele alınamayacak kadar derin ve çetrefilli. Fakat net olan bir şey var ki o da bir küreselleşme hegemonyasının varlığı. Bu hegemonya ulus-devletler ve milliyetçilik çağını başından itibaren kabullenemeyen ve küresel bir imparatorluk hayaliyle ya da en azından siyasi anlamda “sınırları olmayan” bir dünya tasavvuru ile hareket edenlerin kurduğu bir hegemonya. Milliyetsiz ve hatta kimliksiz bir dünya tasavvurundaki bu bakış açısı sosyal anlamda da kültürleri olmayan veyahut mevcut yerel kültürleri altta bırakacak emperyal bir küresel kültürü kutsamış bir anlayıştır. Buna özellikle hegemonya tabiri ile yaklaşmak gerek zira bırakın bireylerin bilinçli veya bilinçsiz bir rızasını, buna karşı yükselen bir tepki olarak sürekli güçlenen milliyetçilikler gerçeği ortada. Bu noktada, bir not olarak milliyetçilikler tabirinin çoğul olarak kullanımının Türk, Fransız, Alman veya Rus milliyetçiliği gibi birden çok milliyetçiliği kastetmekten ziyade özünde farklı özelliklere sahip olduğu iddiasıyla tek bir milliyetçilik türü ve tanımının olmadığı vurgusu taşıdığını belirtmekte yarar var. Yani dünyanın muhtelif yerlerindeki milliyetçilikler ortaya çıkışı, gelişimi ve bugünkü formları itibariyle kendine has özellikler barındırır ve kendi dinamikleri ile değerlendirilmelidir. Bu, mevcut milliyetçilik teorilerinin hakim savlarına bir eleştiri olarak da ifade edilebilir.

Konumuza dönecek olursak; tebadan yurttaş olmaya, özgür bir birey olmaya geçişin de anahtarı ulusların ortaya çıkmasıdır. Bu durum, aslında demokrasi ile milliyetçiliğin de birbirleri ile oldukça yakından ilişkili gerçeklikler olduğunun bir ispatıdır. Bir toprağa ya da milli kimliğe aidiyet duygusunun tarihi çok daha kadim olmakla birlikte modern milliyetçiliklerin doğuşu aslında ulus-devletlerle birlikte, insan hakları ve modern demokrasilerin de doğuşu ile bağlıdır. Fakat bir yandan iki cihan harbinin yarattığı yıkım, diğer yandan farklı ideolojik yapıların tazyiki, milliyetçiliği savaşların ve çözümsüzlüklerin sebebi gibi gösterme eğilimini beraberinde getirmiştir. Milliyetçilik, akademide modernist teorisyenlerce, siyasal ve sosyal alanda da diğer ideolojik kutuplarca tamamen “aşılması” gereken bir şey gibi algılanmış bu da onu daha da güçlendiren bir olgu haline dönüştürmüştür. Onu anlamak ve hem birey hem de toplumda nasıl bir ihtiyaca karşılık verdiğini tespit etmek yerine aşmaya çalışmak; postmodern dönemde daha da yalnızlaşan birey ve topluluklarda iyiden iyiye açığa çıkan tesanüt ihtiyacı ya da arzusuna verdiği karşılığı görmemek hem ideolojik hem de bilimsel bir yanılgıyı beraberinde getirmiştir. Yani insanların dayanışma ruhuna sahip olması noktasında en etkin ve önemli gerçekliklerden olan milliyetçilik, ideolojik saiklerle yıpratılmaya çalışılmaktadır. Elbette her ideolojik yapı ya da hissiyat gibi milliyetçilik de kendi içerisinde sorunlu alanlar barındırır. Elbette milliyetçiliğin de farklı yorumları dışlayıcı ya da saldırgan olabilir. Ancak bu alanlar milliyetçiliğin özü gibi yorumlanamaz zira bu fazlaca indirgemeci ve yanıltıcı bir tutum olur.

İşte yazının başlığında ifade edilen küreselleşme hegemonyası bu indirgemeci ve yanıltıcı tutum ve bakış açısının iyiden iyiye görünür olduğu yerdir. Dünyanın uluslara ayrılması, tikel kültürlerin varlığını güçlü bir biçimde sürdürmesi, insanların milletlere aidiyetlerinin güçlenerek devam etmesi ve bunun toplumsal olaylarda görünürlüğünün de artması bir gerçekliktir. Buna karşıt olarak ise bir ortak insanlık mirası söylemine eklemli biçimde küreselleşmenin ekonomik yönüyle yetinmeyen ve ondan siyasi, sosyal ve en önemlisi de kültürel bir netice arzu eden bir anlayış gelişmiştir. Bu, başlangıçta barış söylemi gibi görünse de, en basit ve temel haliyle küresel sermayenin kaynakları tek bir elde toplaması ve gücü elinde bulunduran mevcut sermayedarların daha da güçlenerek her şeye hakim olması neticesini doğuracaktır. Küresel büyük şirketler üzerinden küreselleşmenin bir zaruret olduğu ve sınır kavramının hem siyasi hayatta hem de zihinlerde zamanla yok olacağı savları ön plana çıkarılmıştır. Özellikle 21. Yüzyılın başlarında zirve yapan ve aksi artık “arkaik” olarak nitelendirilen bu ideolojik tavır, bilimsel bir gerçeklik gibi dahi sunulmuştur çoğu zaman. Türkiye’de de Türklük bu bağlamda tartışmaya açılmak istenmekte, küreselleşme hegemonyasının siyasi savunucuları anayasada Türklüğü istememekte, kimliksiz bir dünya istedikleri gibi Türk’süz bir anayasa tahayyül etmektedirler.

 Oysa dünyanın gidişatı hiç de böyle olmamış; göç ve salgın başta olmak üzere pek çok neden insan topluluklarının küresel çözümler değil aksine kendi kimliklerine daha da sarıldıkları bir dünyayı beraberinde getirmiştir. Üstelik bunu bu kez yalnızca dayanışma için değil -elbette onun da hala çok büyük bir etkisi vardır- yaşamlarını daha müreffeh sürdürmelerinin de kendi ulus-devletlerinin güçlenmesinden geçtiğini düşünerek devam ettirmektedirler. Aşı konusunda yaşanan ve literatüre “aşı milliyetçiliği” olarak geçen gerçekten, göçmen karşıtlığına pek çok pejoratif örneği olsa da milliyetçilik; kültürel alanın özgünlüğünü korumayı sürdürmektedir. Demokrasi ile eklemli yapısı, her türlü avantajlı grup ve sermaye ya da elit karşısında milleti ve onun çıkarlarını savunması ve bu ilaveten de siyasal anlamda eşitliği savunan yapısı ile varlığı ve ehemmiyetini korumaktadır. Vatan kavramı insanlar için uğruna ölünesi bir gerçeklik olarak yaşamını sürdürmekte; millet, aidiyet hissedilen ve müştereklerin farklılıkların önüne geçtiği temel kolektivite formu olarak güçlenmeye devam etmektedir.

Elbette burada ele alınan konu ve kavramların her biri ayrı ve derin birer araştırma nesnesidir. Fakat anlatılmak istenen, küreselleşmeyi ekonominin dışında siyasi ve kültürel bir dayatma haline getirerek hegemonik bir kavrama dönüştüren ideolojik çizginin sebebi ve yanılgılarıdır. Millet formu ve milliyetçiliği aşılması gereken şeyler olarak değerlendirip vatandaşlık tanımını tartışmaya açan bu anlayış aslında ulus-devlet formuna ve ulusal vatandaşlık tanımlamasına karşıtlığı savunmaktadır. Bu bakış açısı; dil, kültür, gelenek gibi değerleri önemsizleştirerek tikellik yerine küresel bir tektipleştiriciliği dayatmaktadır. Milliyetçilik ise bu dayatma karşısında gücü ve belirleyiciliğini korumakta, kültürel alanda özgünlüğünü ve biricikliğini daha da ön plana çıkararak modern formundan da öteye geçmektedir. Dolayısıyla hegemonik küreselleşme savunularının temel meselesi kapsayıcılıktan öte ulus-devleti aşındırmak ve milli kimliklerin ortadan kalktığı bir düzen kurmaktır. Milliyetçiliğin içine düştüğü her krizden güçlenerek çıkmış olması, gelecek hakkında da fikir vericidir. Minervanın baykuşu bu kez homojenleştirici küreselleşme hegemonyasının başında dolaşıyor.